Umutsuzluğa, yılgınlığa yer yok, diyor bir ses. Henüz on sekiz yaşındasın sen. Senden önce de vardı her şey, senden sonra da sürecek. Seninle başlamadı ki senin umutsuzluğunla sona ersin. Tarih tekerrür eder, edecektir, üstünde hiçbir güç yoktur denilir ama ya bu sefer farklı olursa ve sahiden düştüğümüz yerden kalkamazsak? Düşünüyorsun. Daha çok yaptığın bir şey yok çünkü pratiğe dökemediğin her eylem yok olmak yerine zihninde daha da büyüyor. Madde yok olamaz, dönüşür. Öfke de soyut değildir aslında. Öfke hissedilen, elle tutulan ve çevreye savrulan bir maddedir, etkisi geçse bile hissettirdikleri unutulmaz. Hafızandan gitse bile titrek eller her zaman hatırlar. Sokaklar da hatırlar sloganları, unuttuğu sanılan insanlar da. Hayatındaki alanları düşünüyorsun, her bir alanda mücadele vermen gerekişini. Evinden başlıyor; çünkü evdeki otorite de bir çeşit devlettir ve otorite olduğu sürece başkaldırı da olur. Okulundan devam ediyor; disiplin adı altında aşağılayan, küçük düşürmeye çalışan ve bununla egolarını tatmin eden öğretmenler de devlettir, kayyum gelip kayyum gidecek olan müdürler de, rektörler de. İlişkilerine de sirayet ediyor, çünkü bir alanda mücadele eden zaten artık hayatının hiçbir alanında sahip olduğuyla yetinmeyecektir. Daha ilerisinin ihtimalidir her şeyi başlatan, bir şeylerin yanlış gittiğinin farkındalığıdır sol yumruğu havaya kaldıran. Çünkü sen sesini çıkarmasan böyle gider hayatın, hiçbir şey düzelmez. Daha kötüye giderse? Daha kötüsü yok. İçine düştüğümüz bu sarmalın daha kötüsü ancak ölümdür. Ölüm bile bazen hayattan iyidir. Gözlerin haberlerde. Gözlerin arkadaşlarında. Kanıksayarak büyürken kanıksayarak okuyoruz her yeniliği. Oysa doğamızda bu yoktur. İnsan doğası gereği mücadelecidir, doğası gereği savaşır ve çıkarır kendisini düştüğü her çukurdan. Bu çukur çok derin. Gökyüzünü göremiyoruz. Biraz kafamızı kaldırsak, ilerisinin daha iyi olduğuna inansak. İnancımız yok. Her şey bizden önce bitmişti sanki. Görünmez bir savaşın çocukları gibiyiz. Görünmez de değildi aslında, kaç can yitip gitti? Ama sen görmediğini yok sanıyorsun. Duymadığın söylenmemiş, hissetmediğin var olmamış. Oysa baksana, olmuştu işte. İnsan tarihi boyunca direnmişti. Nasır bağlamış elleri emeğe dört bir koldan sarılmış, daha kötüsü olamaz artık diyerek başını kaldırmıştı. Doğamız gereği eğik duramayız. Gözleri kapalı, kulakları tıkalı duranları görüyorsun. Her yerdeler. Direnenler olduğu kadar duranlar da vardı. Öylece, tüm gün dururlardı. Kalpleri, beyinleri, her bir organları çalışırdı, dünya ilerlerdi ama onlar sanki oldukları yere zincirlenmişti. Bak hala var hepsi. Olacak da. Birisi yanında oturuyor, okulunda yaşıyor, bir sanıyorsun binler oluyor. Hepimiz durursak nasıl ilerleyeceğiz diyorsun, haklısın, bir kişi adımını atsa önemli değildir ama bin kişi atarsa yer titrer. Doğduğundan beri yalanlarla büyüyorsun. Yalanları sınav kağıtlarına doldurarak puanlar alıyorsun. Sanki bir oyunu oynuyoruz, doğrusunu bildiğimiz yanlışların yanlış kalmasını sağlıyoruz. Doğru nerde? Gerçek nerde? Kapat o kitabı, tarihi okullar anlatmıyor artık. Okullar anlatmıyor sana devrim yaparken halkları çiğneyen aydınları, kurdukları her bir kurumun altında ezilenleri, yok olan dilleri, yiten kültürleri. İnsan yaşamının kutsal olduğunu savunanlar neden iş kendi tarihlerine geldiğinde dönem onu gerektirirdi, hiçbir yenilik kolaylıkla gelmez diyerekten özeleştiriden kaçınıyorlar? Yok saydığında hiçbir şey yok olmuyor, bilmiyorlar. Hayır, reddediyoruz. Adımız şanlı tarihimiz kanlıdır, dinimiz dilimiz birdir, itiraz edenin artık yeri yoktur bu coğrafyada. Milyonlar olun, keseriz asarız. Riya bizim kanımızda var, biraz ağlar sonra unuturuz. Bir konuşsan anlatacaksın. Sesin nereye gitti? Hayır, lafla anlatılmaz deme. Hep lafla anlatıldı, anlatırken hissedildi. Bu seferki farklı diye düşünüyorsun. Derdimizi anlatamayacağız biz. Hep anlatıldı, biz yapamayacağız. Üzerinden zaman geçti. Zamanın geçmesinden daha felaket bir olay yoktur çünkü zaman geçtiğinde adeta duvarın üzerine siyah bir katman çeker gibi siler yaşantıyı. Yaşayanlar hatırlar. Ateş düştüğü yeri yakar. Yandık. Yandın. Hatırlıyorsun. İsimleri, yüzleri. Bir anlatsak diyorsun. Oysa onlardan ne kadar da uzakta hissediyorsun kendini. Derdini anlatamaz, dermanı bulamaz, ortak bir noktada buluşamaz. Yıllar önce tanışsaydık anlaşır mıydık? İktidarlar bizi çekerdi iki ayrı köşeye belki ama biz sımsıkı tutunup ortak bir yörüngede dolanır mıydık, bilinmez artık. Şimdi çok uzaktayız. Aynı odada yaşar, okullarda okur, belli paydalarda sarılırız birbirimize ama belki de bizden öncekilerden bile daha kötü ayrılacağız. Senin de başın dik hep. Haklı olduğunu düşündüğün bir davan, gurur duyduğun tarihin var. Dinlemiyorsun ki beni. Bak diyorum, yalan bunlar. Medya, iktidar, ailen. Sana yalan söylüyorlar. Bir anlatsam hak vereceksin sen de bana. Belki önce yapıştıracaksın o yaftaları, hain, utanmaz. Aynı masada yemek yiyeceğiz ama asla aynı yolda yürümeyeceğiz. Savaşlar için silahlara ihtiyaç yoktur, bak ben bunu 18 yaşımda en yakın arkadaşlarımın yanında öğrendim. Onlarla da savaştım ama bir kenara koyamadım sevgimi. İnsanın içinde her şeyin doğrusunun olduğuna dair, bir inancım vardı belki de. Henüz göremiyor olabilirler, bir gün onlar da bileceklerdir. Yazılan yazılmış, söylenen söylenmiştir. Doğrusu elbet bulunacaktır. Bir şarkı çalıyor. Yaşamak direnmektir. Direnmek yaşamaktır. İkisinin de birbiri olmadan olamayacağını düşünüyorsun. Bir savaştayız. Hayır, bitmiş savaşlardan değil bu. Sürekli bir savaş. Yaşadığın sürece savaşacağın, savaştıkça daha çok direneceğin bir hikaye. Bekliyorsun. Herkes bekliyor. Savaşlar bitsin, barış gelsin. Oysa barış nedir ki? Barış bu topraklara ne zaman adil bir şekilde gelebilmiş ki? O klasik cümle bir de, “Çocuklar artık ölmesin.” Oysa çocuklar yıllardır ölüyor, belki ülkenin diğer ucunda yaşandığındandır ki senin kulakların ağıt yakan anneleri hiç duymuyor. Çocuklar ölmesin diyorsun, gururla söylüyorsun bunu, sanki çok önemli bir gerçeği dile getirircesine, iki yüzlülük harmanlanıyor yüzünde. Çocuklar ölmesin, evet, kim isterdi ki bunu? Hangi çocuk isterdi evinin önünde arkadaşlarıyla oynarken açılan ateş yüzünden ölmeyi, ölü bedeninin günlerce kokmasın diye buzdolabında bekletilmesini? Hangi çocuk düşündürdü her gün oyun oynayıp koşturduğu sokakların bir gün bir göz yaşartıcı gaz kapsülüyle ona cehennem olacağını, 15 yaşında 16 kiloda ölürken bir daha hiç oyun oynayamayacağını? Hangi çocuk hayal dahi edebilirdi havan topuyla parçalanan bedeninin parçalarını annesinin eteğinde toplayacağını? 12 yaşında bir çocuk bedeninde 13 kurşunu nasıl taşıyabilirdi? Doğanın kanunlarına aykırıydı bu. Bu çocukların yaşlarını toplasan belki de katillerinden birinin yaşı bile etmezdi. Ama öldüler. Çok çocuk öldü, o zaman da yok muydu bu çocuklar ölmesinciler. Çocuklar ölmesin. Savaşlar bitsin. Ama bazen çocuklar savaşlar olmadığı için de ölür. Bazen çocuklar ölür, herkes sessizdir. Bazen çocukların dilleri yasaklanır, hem de kendi kentlerinde, kendi evlerinde. Bazen çocuklar bir makineye kaptırır kafasını. Hiç böyle bir gelecek düşünmüş müdür kendisine? Bazen çocukların katilleri gizlenir, o çocukların babalarına ülkenin cumhurbaşkanı tarafından dava açılır. Ama yok, çocuklar ölmesin, kan çıkmasın, hep birlikte tüm vahşetlere seyirci kalalım ve kanımızdaki tüm ikiyüzlülüğümüzle hayıflanalım, aman çocuklar ölmesin.
Hayır, barış hepimize eşit gelmediği sürece onu istemiyoruz çünkü adı bizim için bir umudu değil, ikiyüzlülüğü temsil edecektir. Ayrıcalıklı gelen barışı ve mutluluğu reddediyoruz. Bütün çocuklar özgür olmayacaksak, sadece bazılarımızın yüzü gülecekse ve parlak bir gelecekleri olacaksa, hayır, artık bu özgürlüğü de istemiyoruz.
