Bir Açık Görüş Hatırası

Upuzun koridorun başındaki kocaman demir kapıdan içeriye adımlarını attıkları an başlıyor telaşlı kıpırdanmalar. Önce gözler, sonra eller ardından sözler birleşiyor. Derken elinde fotoğraf makinesiyle yaklaşan gardiyana doğru çevriliyor başlar. Üzerinde yıllanmış parmak izlerinin bulunduğu, iftar sofralarını andıran uzunluğuyla geçide eman vermeyen o yıkık dökük masalarda yer açıyor insanlar. Kenara çekin şunları, babam masadan atlayacak. Kocam, abim, çocuğum, kardeşim masanın üzerinden geçip bize kavuşacak, toplayın ne var ne yoksa! Sarılmaya imkânı olmayan bedenler birbirini bulacak bir anlığına. Normalde yanına geçip oturmak elbette yasak. Yalnızca bir fotoğrafçı sağlayabilir bu büyük buluşmayı. Yalnızca kameraya gülümserken omzunuzun altına alabilirsiniz sevdiklerinizi. Fotoğrafçı geliyor. Bakın, biraz daha yaklaştı. Sıra bize geldi gelecek. Ayakta mı beklesek? Ya da dur, işaret edelim, aman bizi unutmasın. Geldi sayılır diyerek sıradaki kişilere rağmen masanın koyduğu sınırları yavaş yavaş aşarak poz verme bahanesiyle sevdiklerine sarılan kocaman adamların, gardiyanları birkaç saniyeliğine de olsa çocukça kandırmaya çalıştıkları bu hüzünlü tablo, görenlerin dudaklarında buruk bir tebessüm bırakıyor. Ama ne de olsa açık görüş bu. Eller kavuşur da kollar kavuşamazsa gücenmezler mi? Ah geldi, işte geldi, gülümseyin. Hadi sırada başkaları da var. Sadece bir tane daha. Durun bir de soluna geçeceğim. Şş kimse duymasın, o yandan hiç sarılamadım. Üç, iki, bir, gülümse… Gülümsemen yerleşti tarihe. Tamam herkes geçsin eski yerine. O uzun ve kaypak masa girsin karı ile kocanın, evlat ile babanın arasına. Oturun, artık sadece eller kavuşabilir. Anlat, anlat haftalardır yaşadığın ne varsa, sığdır şu kırk beş dakikaya. Neler yaptın, nerelere gittin, ne kadar büyüdün velhasıl karşında her şeyi duymak için sabırsızlıkla bakan gözlere, yanında yokken neler kaçırdığını anlat tek tek ve megafondan gelen boğuk bir sesle yarıda kalsın duyacakları. Son beş dakika, vedalaşın. Ne zaman geçip gitti diye sorma, geçer işte, zaman bu. Uluslararası koşu yarışlarındaki profesyonel bir atlet çevikliğiyle geçer insanın önüne. Ayrılık vakti geldi, gidiyorlar. Arkalarını dönüp yürümeye başlıyorlar. Ama dur, bir daha bakıyorlar. Daha tutuşmanın sıcağı geçmemiş ellerini kaldır havaya. Yâd etsinler kavuşmalarını karşılıklı sallanarak. Gidiyorlar. Gördüklerini tekrar görüşene dek zihinlerine kazımak istercesine başlarını çevirip bir kez daha bakıyorlar. Bir daha. Ve geçtiler büyük, karanlık demir kapıdan. Artık göremezler. Tamam, kanatırcasına sıkmakta olduğun gözyaşlarını özgür bırakabilirsin.

Bir açık görüş hatırasını kelimelerle çizmekten başka bir sürü yolu olabilir özgürlüğü anlatmanın. Nefes almak gibi kaybedene kadar kıymetini anlamadığın, varlığına alıştığın, olağanlaşmış ancak paha biçilemez bir cevher gibidir denilebilir mesela. Gözlerinin dört duvarın çizdiği sınırları aşıp uzaklara bakabilmesi dahi özgürlüktür diye tarif edilebilir. Güzel organize edilmiş bir tiyatro oyununun sonunda, sahnede tüm maharetini döktürmüş esas oyuncuyu alkışlarken ki mutlulukta saklı olduğu düşünülebilir. Kurduğu hayalleri ve evi başına yıkılmış bir çocuğun, günler süren bekleyişinin ardından kulağına çalınan “Sesimi duyan var mı?” nidasının yarattığı ümitte can bulabilir en yalın haliyle. Bir sokakta dolaşmaktan, bir kahve sipariş etmekten, satmak için topladığı çiçekleri hasır sepetine doldurmuş, gülüşünün arkasına almazsan dönüşeceği öfkeli kişiliği saklayan şalvarlı bir kadını reddetmekten, yürümekten, sadece yürümekten, volta atmaya gerek kalmaksızın dosdoğru ileriye yürüyebilmekten söz edilebilir. Hepsinin üzerine sayfalarca yazılabilir, özgürlüğün nasıl olduğuna dair.

Ama özgürlüğün nasıl olmadığını anlatmaya, senelerini uzaklara bakabilmeye hasret geçirmiş bir mahkûmun tek cümlesi yetecektir. “Özgürlük, bir cezaevinin açık görüş salonundaki uzun ve çirkin masaya hiç benzemiyor.”

search previous next tag category expand menu location phone mail time cart zoom edit close