Kanaryaların ötüşünü anımsatan bir günün izleri vurdu yüzüne. Gözlerini kapattı, terk edilmiş toprakların öksüzlüğünden bir sanrıyı anımsar gibi oldu: Kül kokusu, kadın çığlıkları, açlık, çocuk kahkahaları… Kesik kesik görüntüler düşüncelerinde belirmeye başladığında gözlerini açtı. Islak çimen kokularıyla bir sabah vakti erkenden masa başındaydı yine. Göz pınarından sızan birkaç damla yaşı sildi nasırlı parmaklarıyla. “Bugün güzel bir gün yaşayabilmek için.” diye mırıldandı. Gülümsedi, ardından bilgisayar klavyesindeki parmaklarını hızlıca dans ettirerek düzensiz bir melodi eşliğinde anlattı zihnini bir açık yara gibi sızlatan o kabusu…
(…)
12 Temmuz
Kurak kızıl toprağa adımını her atışında bir gürültü patlıyormuş gibi hissediyordu. Dudaklarındaki çatlaklarda gezindi dili, ayak parmaklarına kadar uyuşmuştu. Yalnız nefes seslerine karışan kumun uğultusu vardı. Yüzünü fırtınadan korumak için sardığı peçeyle sildi alnını.
Yılın bu zamanları hep böyle geçerdi; susuz, hissiz ve cansız bir yaz gibi gelir, yaşanır ve hiç yaşanmamış gibi silinip kaybolurdu insanların sessizliğe mahkum zihinlerinden. Bunun neden yaşandığını ya da yaşanması gerektiğini bilmiyordu, devlet başkanları güç yarışına girdiklerinde onları sorgulayamazlardı. Yasaklar ve işkencelerin artık öksüz ve yetim doğan insanlarca kabul edilmiş olması yalnız susmayı gerektiriyordu. Ölmeniz emredildiyse ölürdünüz, hiç var olmamış gibi… Elindeki silaha güvenmekten başka şansı yoktu. Yalnızlığı onu korkutmaya başladığında kaçmayı düşünen zihnine lanetler okudu. Her türlü ölecekti nasıl olsa, bütün bu katliamın içinde ya da sonrasında; başarılı olursa bildiklerini anlatmaması için infaz edilecekti, başarısız olursa da artık önemi kalmadığı için zehirlenecekti. Düzen böyleydi. Bir gece ansızın toplama kamplarına götürülürdünüz ve o bölgedekileri öldürmeniz emredilirdi. Neden diye soramazdınız; karşınızdakiyle diliniz aynı olmazdı, renginiz aynı olmazdı, farklı insanların konuşması yasaklanmıştı.
İnsan varlığının kıymeti yalnız devlete kazandırdığı parayla ölçülürdü. Ne kadar düşman öldürürseniz ölme ihtimaliniz o kadar azalırdı. Bunları herkes biliyordu ama kimse sesli dile getirmezdi. Devlet her şeyi sessizce kalıplara dizmişti sanki; kuralları çiğnerseniz ölürdünüz, çiğnemeye yeltenirseniz ölürdünüz, çiğnemeyi düşündüğünüzü belli ederseniz ölürdünüz.
Gazetecilik yaptığı zamanları düşündü. Dünya sistemi güç yarışlarına dönmeden önce, ülkeler arası statü ve toprak kavgaları başlamadan önceye kısa bir yolculuk yaptı zihni. İnsanların değerleri olduğu zamanlar, adalet sistemi düzelmesi gerekirken hızla çöküşe geçmişti. Doğu ve kuzey ülkelerinin yaptığı anlaşmalara daha sonra güney ve en son batı ülkelerinin katılmasıyla tüm dünyada reformlar yapılmış, halk devlet başkanlarının elindeki oyuncaklara dönüşmüştü.
Düşüncelerinden sıyrılıp artık sonsuzmuş gibi hissettiren yola dalmış olan gözlerini gezdirdi etrafta. Saatlerdir aralıksız ara ara koşup yer yer adeta emekleyerek kat ettiği kilometrelerin getirmiş olduğu yorgunluk ve açlık, susuzluk ve özgürlükle “Güzel bir gün yaşayabilmek için.” diye mırıldandı. Adımlarca ötesindeki terk edilmiş köyü fark ettiğinde yeniden koşmaya başladı. Ayağı dokunduğu her bir kum tanesini havalandırırken iki üç hanesi dışında harabeye dönmüş köye yaklaştığında bir silah sesi duydu. Koşar adımları bıçak gibi kesilirken birkaç dakika arayla başka bir patlama sesinin daha gelip geçmesini olduğu yerde dizlerinin üzerine kapanarak bekledi. Sesler tamamen kesildikten sonra dahi korkusundan hareket etmemişti ki ona doğru yaklaşan adım seslerini işitti. Bir çift eski siyah bot gözlerini karşılarken cesaretini toplayıp yukarıya kaldırdı ürkek bakışlarını. Silahına daha sıkı sarılmak için hareket eden ellerine çarpan şiddetli sopayla iyice yerine sindi. Kafasını eşarplarla örtüp vücudunu kumaşlarla kamufle ettiğinden yaşını anlayamadığı kişiye dikkatlice bakmaya başladı. Vücudunun görünen tek yeri gözlerinin kenarındaki kırışıklıklardan kırklı yaşlarında olduğunu tahmin ettiği adama “Size zarar vermeye gelmedim, beni öldürmeyin.” diye kendini anlatmaya çalıştı hızlıca. Adam silahını ona doğrultup “Kimsin sen!? Ne istiyorsun!?” diye gürledi. Ses tonu inceydi, ona rağmen dimdik duruyordu. “Beni öldürmeyin lütfen, bir şey yapmayacağım.” diye adeta sayıkladı korkuyla. “Kaçıyorum, ne isterseniz yaparım ne olur saklayın beni.” Neredeyse ağlayacaktı, günlerdir susuz ve aç şekilde koşuyordu. Kilometrelerce sonra gördüğü ilk insana sığınmaktan başka çare bulamıyordu.
Bunları duyan adamın eli yüzündeki peçeye gitti. “Silahını ver.” diyerek emir veren ses bir kadının titrek mırıltısı, yüzü açılan kişi kırklarında bir kadındı. Şokla kadına bakakalan genç adam yavaşça silahını kadına doğru uzattı. Silahı alan kadın adamı şüpheyle inceledi bir süre. “Üzerinde taşıdığın tüm silahları ver.” diye emir verdi ikinci kez. Cebindeki bıçakları kınıyla birlikte yere adeta büyük yüklerinden kurtuluyormuş gibi bırakan adam çantasını da boşaltarak “Üzerimde sadece bunlar var.” dedi, çatlamış dudaklarını yaladı. Yırtık pırtık eski çantadan dökülen boş su matarası ve silah şarjörlerini inceleyen kadın öfkeyle silahı adamın kafasına tutup “Yalan söyleme! Sol cebindekini de çıkar yoksa gözümü kırpmadan öldürürüm seni!” diye haykırdı. Adam can havliyle cebindekini çıkarıp kadının önüne bıraktı ve “Sadece kitap, yemin ederim kitap!” diye bağırdı. Kafasını korumak için elleriyle sardığı sırada kadın duraksayıp “Kaç yaşındasın sen?” diye sordu. Titrek gözlerini kadına çeviren genç “Yirmi.” diye adeta fısıldayınca tüm dökülenleri çantaya tıkıp silahlarla köye doğru yürüyen kadın “Önüme düş çocuk.” diyerek adımlarını hızlandırdı.
Yavru bir civciv gibi kadının aksak adımlarını takip eden genç adam kendini köyün yıkılmış evlerinin arasında koşar adımlarla yürürken buldu. Evlerden görece sağlam olanına bir fısıltı gibi sessiz ve hızlıca girip genç adamı da peşinden çekiştiren kadın “Otur. Sakın ayağa kalkma.” dedikten sonra üzerindeki kumaş fazlalığından kurtulmaya başladı. Küçük köy evinin kerpiç duvarına yaslanmış koltuğa oturan genç “Siz burada ne yapıyorsunuz? Bize kadınlar şehirlerde güvenle yaşatılacak dediler. Annem orada, eğer kaçabilirsem onu bulabilirim.” dedi ve kadının kumaşlarla boğuşan ellerinin durmasına sebep oldu.
Genç adam cümlenin devamını söyleyemeden kadın “Sen ne anlatıyorsun? Kadınların hiçbiri güvende değil. Biz kimsenin umurunda değildik. Anlaşmayı anlatmadılar mı sana?” diyerek kırık sehpanın yanındaki kanepeye oturdu. Sessizce “Anlattılar. Ben askerliğimi yapmadığım için alındım ama zaman doldu mu bilmiyorum. Takvim yoktu, ama neredeyse bir yıldır kamptaydım. Günlerin geçişini sadece dışarı çıktığımızda anlıyorduk, kamplarda pencere yok. Bize ‘Asker olarak alınan erkeklerin yakınları şehirlere gönderilecek.’ dediler. Çocuklar okullarına devam edeceklerdi, hiçbir şey değişmeyecekti. Sadece gönüllüler toprak ele geçirmek için gitmediler mi? Geldiğim yol boyunca hiç kimse yoktu…” diyen gencin kafası karışmıştı. Kadının kırışık yüzü yumuşadı “Çocuk… Adın ne senin?” diye sordu. Sesi iyice içine kaçan genç “Fırat benim adım. Gazeteciyim, yani, yeni gazeteciydim…anlaşmadan önce.” dediğinde kadının gözleri nemlenir gibi oldu. Genç adama acıyan bakışlarla bakıp “Oğlum…” dedi, “Hiçbir şey bildiğin gibi olmadı. Önce gönüllüleri alıp dövüştürdüler. Birkaç ayda hepsi öldü bir hiç uğruna, ülkeler kazandıkları toprağı satıp asker satın aldılar. Radyoda her gün yeni kurallar anlatıldı, her gün farklı bir şey yasakladılar Fırat. O elindeki kitap yasak senin…” nefesleri kesilir gibi olduğunda birkaç saniye duraksadı. Ardından sözlerini bir bıçak gibi keskin ve bir gelincik gibi narince sürdürdü “İnsanlar yeni sisteme karşı çıkmaya başlayınca zorla kamplara götürmeler, kaçırmalar ve idamlar başladı. Kadınları da zorla askerliğe götürdüler, çocukların hepsi on beş yaşında kamplarda eğitim için toplatıldı. Yaşlıları topluca öldürdüler. O da yetmedi, köyleri yağmalayan düşman askerine izin verdiler. Zamanla köylere saldıranlar bizden miydi yoksa düşmandan mı ayırt edemez oldular. Herkesi öldürdüler, yasaklara itiraz eden herkesi birbirine öldürttüler.” derken gözünden damlayan yaşı sildi hafifçe buruşmuş parmakları. “Siz nasıl kaldınız burada?” diye sormadan edemedi Fırat. Yaşlı annesinin ölmüş olduğu düşüncesini kovdu zihninden, her şey bittikten sonra düşünecekti. Her şey bittikten sonra ağlayacaktı, kendine söz vermişti.
“Ben öğretmendim bir köyde. On öğrencim vardı, Fatma’yla Dilan hastalıktan öldüler, ilaç yokmuş öyle söylediler. Aylar önce de yağmaladılar köyümü. Ali’yle Berat’ı zorla götürdüler erkeklerle. Altı yavrumu da alıp kaçtım köyden, yaktılar köyleri sonra.” diyen kadın gözyaşlarını silmeyi bırakmıştı. Birkaç dakika sesizzliği dinleyen Fırat “Ne oldu sonra çocuklara? Yalnız mı kaldınız?” diye sordu kendini tutamayarak. Kadın soruya cevap veremeden bir çocuk sesi duyuldu “Anne bu abi kim?”
Gözleri pörtlek, zayıf, esmer tenli bir oğlandı Fırat’a şüphe ve öfkeyle bakıp kadına doğru koşan. Yaşı en fazla sekizdi. Kadın gülümseyerek kucakladı çocuğu, “Gelin çocuklar, Fırat abinizle tanışın. Bundan sonra bizimle kalacak.” demesiyle dört küçük çocuk meraklı gözlerle girdi köy evinin küçük salonuna. Ürkek adımlarla Fırat’a yaklaşan ilk kişi dört-beş yaşlarında bir kız çocuğuydu. Kıvırcık saçları birbirine girmiş, yırtık elbisesinin pembe rengi kirden zor seçiliyordu. Ona rağmen yüzü tertemiz, gülüşü aydınlıktı. Fırat’a yaklaşan adımları yavaşça kadına daha yakın olacağı şekilde dururken “Bizimle saklambaç da oynar mısın Fırat abi? Oynar değil mi Avşin Anne?” diyip diğer çocukların arkasına kaçtı. Utanmış kıza gülümseyerek bakan Fırat “Oynarım tabii.” diyerek çocuklara isimlerini sordu.
Çocuklar tek tek isimlerini sayarken dikkatle dinledi. Bera, Berat’ın kardeşiydi. Altı yaşındaki çocuk abisine benzetmişti Fırat’ın gözlerini. Fırat’a gülümseyen kız Derya, en küçükleriydi. Dört yaşındaki Derya’nın kolunu tutan yedi yaşındaki Kasım, gözlerini Fırat’tan her an bir şey yapabileceği korkusuyla ayırmıyordu. Sekiz yaşındaki Siyam ile Avşin’in kucağında duran dokuz yaşındaki Serhat çocukların en büyükleriydi. Başta ürkek ve çekingen davranan çocuklar birkaç saat sonra kahkahalarıyla süslemeye başladılar evi. Ardından onlar uyuyana kadar evin içinde saklambaç oynadılar. Aylardır vücuduna yapışmış haldeki hissizlik tek bir kahkahayla toz bulutu misali uçup giden Fırat uzun zamandır böylesine mutlu olduğu bir an hatırlamıyordu. Çocuklar uyuyunca onları teker teker kucağında taşıyıp yere serilmiş battaniyelerin üzerine yatırdı. Uzaklardan patlama sesleri duyulduğunda bir korku kapladı içini. Yakınlarında çatışma devam ediyordu, ölüm bir gölge gibi ardından geliyordu çünkü yakılan bedenlerin külleri her yerdeydi.
Gözlerini irkilerek açan Serhat, “Anne!” diyerek korkuyla sıçradı yerinden. Işık yoktu, karanlıkta zar zor Fırat’ı seçen gözlerini dehşetle açarak “Anne!” diye bağırmaya başlayacaktı ki “Benim, korkma, benim Fırat.” diyen sesle sakinleşti. “Annem nerede?” diye sordu endişeyle. “Salonda uyuyordu.” diye mırıldanan Fırat üzüntüyle izledi çocuğun korku dolu gözlerini. Bomba seslerinin arasında uyuyabilen çocuklar kadar masum ve günahsız olmayı diledi. Dakikalarca sessizliği dinlediler. Düşünce dehlizlerine dalmış olan Fırat’ı o karanlık dalgalardan koparan Serhat’ın uykulu mırıltısı oldu.
– Bana hikaye anlatır mısın Fırat abi? Annem anlatırdı bize ama uyumuş o, yorulmasın kardeşimi taşıyor. Annem hiç yorulmasın ben üzülüyorum.
– Anlatırım tabii.
– Kimin hikayesini anlatacaksın?
– Çocukları çizen bir gazetecinin özgürlüğünün hikayesini anlatacağım. Bütün çocukların sadece mutlu olduğu bir hikaye. Hiçbir annenin yorulmadığı bir hikaye…
(…)
Serhat uyuyunca salona dönen Fırat, Avşin’in şişkin karnını okşayarak kırışık alnını duvara yaslayıp uyuyakaldığını görünce şaşkınlığını bir kenara bırakıp bulduğu tek battaniyeyle üzerini örterken bir hışımla ayaklanan kadın yanıbaşındaki silaha sarılıp “Çık dışarı yoksa ölürsün!” diye fısıldadı tehdit ederek. Fırat “Benim Avşin Hanım sakin olun.” diye telkin etmeye çalışırken kendine gelen kadın “Özür dilerim.” diyebildi üzüntüyle. Sadece sessizliği dinlediler bir süre. “Altı çocuk vardı dememiş miydiniz?” diyerek sessizliği bölen Fırat soru işaretleriyle dolu olan bakışlarını çevirdi kadına. Ellerini saçlarına geçiren kadın titrek bir mırıltıyla cevap verdi bu soruya:
– Ufuk açlıktan öldü biz buraya gelmeden.
– Peki karnınızdaki çocuk? Kocanıza ne oldu?
– Kocam hamileyim diye gitmek istemedi kamplara, gözümün önünde öldürdüler. Yavrum Serhat askerde biliyor babasını hala.
– Annem de ölmüş müdür Avşin Hanım..?
Kadın sustu. Yalnız dakikalar sonra “Anne de bana Fırat, ben seni de kendi oğlum bilirim bundan böyle.” diye sessizce mırıldanıp sarıldı Fırat’a. Fırat yine ağlamadı. Her şey bitince ağlayacaktı, kendine söz vermişti. Kadını çocukların uyuduğu odaya gönderip nöbet tutmaya koyuldu. Sabaha kadar uyumadı, bir ayağı kırık taburede duran radyodan yakında savaşların son bulacağı haberini tekrar tekrar dinledi.
Sabahın erken saatlerinde radyonun kısık sesini dinleyerek duvarı izlediği sırada kuşların neden ötmediğini düşündü bir an. Kuşları sessizliğe mahkum eden şey de patlamalar, küller ve ölümdü. “Ölüm kül ve barut kokuyor nedense son günlerde.” diye fısıldadı, ardında kinayeyle gülümsedi. Kendi kendine kıkırdadığı sırada Serhat’ın “Fırat abi…” diyen uykulu güler yüzüne çevirdi bakışlarını. “Günaydın kardeşim, erkenden kalkmasaydın git biraz daha uyu hadi.” deyip çocuğu sırtından itekliyordu ki “Çok güzel bir rüya gördüm.” diye anlatarak salondaki kirli koltuğa oturdu küçük Serhat. Elleriyle ovuşturduğu gözlerindeki masumiyet yüreğini titretti Fırat’ın. Ellerine bakıp kan görmek korkutuyordu onu. Düşüncelere dalmamak için “Ne gördün?” diye sordu. “Çok güzel bir rüyaydı. Anlattığın hikayeyi gördüm. Ama annemle babamın elinden tutmuşum, hep birlikte oturmuşuz okulumda. Ufuk da var, Ali abi de. Berat abi seninle birlikte geliyor sonra kovalamaca oynamak yasak değil. Hepimiz hep gülüyoruz. Güzel elbiseler alıyoruz herkese, yemek yiyoruz birlikte ama bir sürü insanlar var hep. Tavuk yapmış annem bize, her akşam tavuk yiyoruz birlikte.” diye anlattı çocuk, Fırat ağlamadı yine. Her şey bittikten sonra ağlayacaktı, kendine söz vermişti. “Kahvaltı getireyim mi bize Serhat? Akşam gideceğiz ya, gitmeden önce güzel bir yemek yiyelim birlikte olmaz mı?” dedi. “Dışarı çıkmak yasak ama annem dışarıda canavarlar var bensiz çıkmayın dedi. Ben gelmem annemin yanına gidip uyuyacağım, kızar sonra.” diyerek paytak adımlarla geldiği küçük ama sıcak odaya geri döndü.
Fırat köyün arka taraflarında kalan boş arazideki kurak tarladan topladığı birkaç domates ve salatalığı çantasına doldurmuş, yemek bulmuş olmanın sevinciyle mümkün olduğunca hızlı ve sessiz adımlarla kerpiç eve doğru adımladı. Duyduğu silah sesleriyle birlikte adımları bıçak gibi kesildi. Elleri titredi, gözleri titredi, dizleri titredi. Kurşun seslerinin ardı arkası kesilmiyordu. Gözlerinde biriken yaşlar boğazında düğümlenirken sustu. Ölüm sessizliğinde dizlerinin üzerine çöktü, sürünerek bir çalının içinde saklandı. Dakikalarca, belki saatlerce bekledi. Sessizlik, ruhuna karışmaya başladığında korkuyla silkindi. Dehşetle açılmış olan gözleri titrerken kerpiç eve doğru ilerlemeye başladı. Sarsak adımları her bir kum tanesini havalandırırken o, bir ceset gibi ilerledi.
Evin kapısı açıktı, içeriye adımladı. Son ses açık olan radyoyu aldı, kerpiç odanın artık soğuk olan duvarlarındaki kan lekelerini izledi. Derya’nın kana bulanmış elbisesini temizlemeye çalıştı, lekeler geçmedi. Radyodan bir adamın sesi duyuldu “Savaş dünya genelinde sonlandırılmıştır. Yetkililer son beş yılın kayıtlara geçmeyeceğini, askerlerin ülkelerine dönüşlerinin sağlandığını duyurdu. Devlet başkanımız ‘Kayıplar maddi olarak karşılanacak, halkımızı mağdur etmeyeceğiz.’ dedi. Tüm vatandaşların ülkelerine dönmesi çağrısında bulunan kuzey ve doğu birlikleri; güney ve batı ile yaptıkları son anlaşmayla savaşın resmen son bulduğunu, ülke sınırlarının yeniden belirlenerek vatandaşların geçişlerine açılacağını söyledi.” Kulağında bir uğultuya dönüşen radyonun sesini kesmek için duvara fırlattı. Siyam’ın saçlarını okşadı, kan kokuyordu. Serhat’ın gözlerini öptü, kül kokuyordu. En son Avşin’in karnındaki ellerini öptü, alnına koydu. Onun elleri temizdi, ne bir kan damlası ne de kir vardı üzerinde. Yalnız dehşetle açılmış koyu mavi gözlerinde korku vardı. Kendini çocukların önüne atmıştı, saçları yara bere dolu yüzünde dağılmış ve vücudu yavrularını koruyan bir vahşi aslan gibi kaskatı kesilmişti. Fırat bu kutsal güzellik karşısında gülümsedi. Saatlerce oturdu; duvardaki kan lekelerine baktı, Kasım’ın parçalanmış ayaklarına baktı, açlıktan ölen Ufuk’u düşündü, yakılan köyleri düşündü, öldürdüğü insanların yüzünü düşündü. Anlam bulamadı, sebep bulamadı. Bulamadıkları boğazına dizilirken ölümün sessizliğini kucakladı.
Sessizlik onu tekrar korkutmaya başlayınca çıktı evden. Gün batıyor ya da doğuyordu, kurak kızıl topraktaki adım seslerinden başka hiçbir şeyi duymuyordu. Nereye gittiğini bilmeden yürüdü, yürüdü, yürüdü. Güneşi gördüğü zaman gülümsedi. Gözyaşları yüzünü arşınlamaya başladığında dizlerinin üzerine çöktü güçsüzce. Uzaklarda bir kuş ötüyordu sakin bir melodiyle. “Güzel bir gündü bugün yaşayabilmek için” diye mırıldandı.
(…)
Yazdığı son cümlenin ardından fısıltıyla okudu zihninden dökülenleri. En sondaki paragrafı sesli okudu gözyaşlarıyla. “Savaş, kül ve kan kokmaktadır bir çocuğun soğuk odasında, ölü bir annenin kokusudur bu; barış ise gözleri aydın bir çocuğun rüyasıdır hiç yaşanamamış, çok güzel bir rüyadır yalnızca…”
