KIRMIZI CİLTLİ DEFTER

Hayal etmenin yorgunluğu var üzerimde. Bir şeyler arıyorum, bir parça kağıt bulsam
anlatacağım. Beni artık inanmak değil yaşadığımı hissetmek vazgeçirebilir. Vazgeçip buradan
göçenler yorgunluklarını yanlarında götürdü. Vazgeçmeyenler, yorgunluklarının hissiyle
köreldi de acılarıyla barıştı. Yoksa yaşamanın hissini, canlılığını taşıdıklarından değil. Yaşamı
ıskalayarak geçiyor günleri. Bunu bilmiyor değiller. Sadece gerçeği kader bellemişler. Ben,
gerçeği bilip de bir parça kağıda tutunduğumdan ayrılıyorum onlardan. Yazacağım. Yaşar
gibi olmanın kaygısını taşıyan birinin karşısına, bir ayna gibi çıksam yeter. Görsün, bir baksın
kendine. “Hayat bu mu, yaşıyor muyum” diye sorsun. “İyiyim”, derken kötü olduğunu
gizlediği şeylerle yüzleşirken de bir başına kalmasın. Bunları hep söyleyeceğim mektupta.
Anlatacağım ve biraz da soracağım. Hayatında bir kez olsun biri onu dinlemiş gibi hisseder
belki. Zaten o, yarını kabullenmek için gibilere alışkındır. Şehrin zamanını yöneten o değildir.
Tadına bakıp doyamamak gibi bir hisle yaşar günlerini. Gerçi, hep acı bir tat kalır dilinde.
Fazla seçeneği yok ki. Gri şehirdeki döngü içinde yaşayanlardan biri sadece. İşte bunları bilip
de yarın bu şehirden gidecek olmanın hissiyle oturdum mektubun başına. Hiçbir kelimesi için
pişmanlık duymadan yazdım. Tekrar okuyup ikiye katladım. Zarfa koymayı hiç düşünmedim.
Bir an önce açılıp okunsun istedim. Ama kim tarafından okunacağını belirlemek
istemiyordum. Kırmızı ciltliyi ve içine koyduğum mektubu tamamen kaderin eline terk
edecek de değildim. Bir müdahaleyle kaderi alt etme cesareti taşıdığımı hissettim. Bunları
düşünürken Rus edebiyatında tasvir edilen odalara benzeyen evime son kez baktım. Kapıyı
çarptığımda çıkan tok sesin kulağımdaki ağırlığıyla sahafa doğru ilerledim. Sahaftan çıkarken
kendimi, kırmızı ciltliyi yerleştirdikleri o rafa bakarken buldum. Yerden tavana kadar olan
büyük kitaplığın ortanca rafındaydı. Onun bu şehirde, bu sahafta ve hatta bu rafta bir yeri
vardı; benim yoktu. Onunla tek ortak noktamız, ikimizin de yaslanabileceği bir şeylerin var
olmasıydı. O, bir başka kitaba yaslamıştı kendini; ben de attığım taşın etkisiyle suda yayılacak
halelerin hayaline… Benim için gitme vaktiydi.


Sokağın sessiz olduğu saatlerde uyandı. Sokak lambasının etrafında uçan böceklerin
çıtırtısını duyuyordu. Sineklerin ışığın sıcaklığında dönüp durmasını izledi. Bedenlerini
çarptıkları lambada küçük izler bırakıyorlardı. İşte biri aşağı doğru düştü. Çok geçmeden
yerini onlarcasına bıraktı. Bu sabah bir mobilya mağazasının çöpe attığı kartonu gözüne
kestirmişti. Büyükçe bir şeydi. Neyse ki, kağıt atığı toplayan birkaç adam gelmeden önce onu
alabilmişti.
Meydanı çevreleyen dükkanlar arasında bulduğu ve ancak yan yana duran iki insanın
sığabileceği genişlikteki boşlukta yaşıyordu. Şehirde sahip olduğu tek şey bu boşluktu. Bir de
yerin soğuğunu kesmesi için bulduğu birkaç kartonu vardı. Kapitalistlerin, insanların
ihtiyaçlarının sonsuz olduğunu söylemesine aldırmazdı. Tüketim çılgınlığı içerisinde eşyalar
arasında bir nesne olmaktansa; insanca yaşama hakkını talep eden bir özne olmayı yeğliyordu.
Yaşadığı bu koşullar, insanca yaşamın bir örneği değildi elbette. Şu meydandan geçen kaç
kişi insanca yaşam sürmenin bir örneği olarak gösterilebilirdi ki? Kimi patronu tarafından
sömürülüyor kimi tüketim nesnelerinin kıskacında daha fazlası için kamçılanıyordu. Kendi
kendine konuşmaya başladığını fark edince, iki duvar arasındaki sığınağına yaydığı karton
üzerinde elini gezdirdi. Eli, aradığı şeyin sert kapağı üzerinde durdu. Parmakları arasında
kavradığı şeyin aradığı şey olduğunu teyit etmek istedi. Elindeki şeyi sokak lambasının ışığına
tuttu. Parmakları arasında parlayan kırmızı rengi görünce kırışık yüzünde bir gülümseme
belirdi.
Kendine “Kitap Dilencisi” diyordu. İki duvar arasındaki sığınağının önüne koyduğu eski yazı
tahtasında, “Okumadığınız kitapları bu evsiz adama bağışlayın!” yazıyordu. Geçimini
sağlamak için bulduğu yolu uygulamak ve sokaktan geçenlerin dikkatini çekmek kolay
olmamıştı. Neyse ki, onlar için “öteki” olmaya müsaitti. Bu ona yönelen birkaç çekingen
bakışla göz göze gelmesine yardımcı oluyordu. Böylece, tahtasına yazdığı şeyi okuyan birkaç
kişi olduğunu biliyordu. Zamanla öğrenciler, öğretmenler ve takım elbiselilerden kitap bağışı
almaya başlamıştı. Sokağa da böyle tutunabilmişti. Topladığı kitapları doğruca sahafa
götürüyor; karın tokluğuna satıyordu. Dün de akşam saatlerinde karnını doyurabileceği
birkaç kuruş için her zaman yaptığı şeyi yapmak üzere sahafa gitmişti. Topladığı iki torba
dolusu bağışı göstermek istercesine gözlerini torbaların üzerinde gezdirip sahafa baktı. Uzun
boyuyla dikkat çeken yaşlı adam, onu gördüğüne şaşırmadı. Kitap Dilencisi, tam da geleceği
tahmin edilen bir saatte kapıda belirmişti. Gözündeki gözlükleri çıkarıp üzerinde durduğu
merdivenden inerken Kitap Dilencisi’nin değişiyle Masalcı:
-“Bugün çok bağış almışsın, meydan her zamanki gibi kalabalıktı anlaşılan. Tabii, artık
tanıyorlar da seni. Şu torbaları masaya koy da içindekilere bakalım.” Diyerek konuşmayı
başlattı.
Kitap Dilencisi, Masalcı’nın dediğini yaptı. Torbaları masanın üzerine bıraktı. Bir yandan da
aklından geçen şeyleri söylemeye hazırlanıyormuşçasına saçlarını birkaç kez parmakları
arasından geçirdi. Dudaklarını da ıslattığına emin olduktan sonra,
-“Bu sefer paranın yanında bir tane de kitap istiyorum. Bugün bağışla gelenlerden çoğunu
daha önce okumuştum. Bana buradan bir şeyler ver.” Dediğinde gözleri yerdeki halının
üzerindeki kurumuş lekedeydi.
Bu talep üzerine Masalcı, birkaç gün önce şehirden ayrıldığı için elindeki kitapları buraya
getiren işçiyi hatırladı. Getirdiği şeyler arasında kırmızı ciltli bir defterin olduğunu anımsadı.
Bu elden çıkarmaya uygun bir şeydi. Birkaç sayfasına göz gezdirdiğinde işçinin bu defteri,
yevmiyelerini yazmak ve günlük tutmak için kullandığını görmüştü. Daha da fazla
incelemeye değer bulmamıştı. Bir işçinin günü nasıl geçebilirdi ki? Saatlerce süren çalışmanın
ardından hissedilen yorgunluğun günlere yayılarak anlatıldığı sayfaları okumak istememişti.
Zaten işçi gittikten sonra, kırmızı ciltliyi yerleştirdiği orta raftan indirmiş; yerine satılmaya
değer bir şey koymuştu. Kırmızı ciltli günlük ya da adı her neyse, Kitap Dilencisi’ne vermeyi
uygun bulduğu şey oydu.
İki büyük kitaplığın arasındaki küçük kapıdan geçerek gözden kayboldu. Birkaç dakika sonra
döndüğünde elinde kırmızı ciltliyle belirdi.
-“Bak, bu elimde gördüğün ilginç bir şey. Yazarının adı falan yazmıyor. Günlük gibi bir şey.
Bunu vereyim sana.” Diyerek elindekini Kitap Dilencisi’ne uzatırken yüzünde, kendince
yaptığı karlı alışverişin gurunu taşıdığından habersizdi.
Oysa Kitap Dilencisi, az önce kurnaz bir alışverişin içinde olduğunun farkında olmamanın
verdiği memnuniyetle sahaftan ayrılmıştı. İşte, ışığa tuttuktan sonra o olduğuna emin olduğu
kırmızı ciltli, böyle eline geçmişti.
Onu okumak için bu sessizliği beklemek zorunda kalmış olmasına sinirlendi. Sabah
saatlerinde emekliler meydanda toplanmaya başlıyordu. Gazetesini alan banklara yerleşiyor;
sonra kendini hararetli bir siyasi tartışma içinde buluyordu. Zabıtalar ve seyyar satıcılar
arasındaki bağrışma sesleri emeklilerinkine karışıyordu. İşçiler, bankacılar, öğrenciler, takım
elbiseliler… Meydan, sabahtan akşam iş çıkışına kadar bunların ayak sesleriyle dövülüyordu.
Nihayet gece yarısı, kendisi gibi birkaç evsiz dışında meydanda dolaşan olmuyor; sabah
saatlerinde yaşlıların doldurduğu banklar, gece yarısı evsizlere yatak oluyordu. Onlar da
uyuduğuna göre artık okumaya başlayabilirdi.
Kırmızı kapağı yavaşça kaldırdı, kapağın altındaki beyaz sayfa gözüktü. Sayfalar arasında
ilerlemeye başladı. İlk on sayfaya günlerle birlikte not düşülen yevmiyeleri saymazsa; bunun
bir günlük olduğuna karar vermek zor değildi. On birinci sayfaya gitti, parmağını yukarıdan
aşağıya doğru sayfanın üzerinde gezdirdi. Sessizliğin berrak kıldığı zihnine güvenerek
okumaya başladı. O, sayfaları çevirirken; gökyüzünün rengi bir ton daha açılarak sabahı
müjdeliyordu. Üç saattir okuduğunu, meydandaki büyük saate bakınca anladı. Üç saatin
sonunda başını kaldırıp gözünün saati aramasına neden olan şey, yıllardır cevabını aradığını
bildiği bir soruyla karşılaşmanın verdiği heyecandı. Defterin sahibi, muhtemelen önce
kendine yönelttiği bu soruyu şimdi ona soruyordu: “Nasıl bir dünya istiyorsun?”
Bu soruyu yanıtlayan yüzlerce kişi tanımıştı. Meydanda grev yapan işçilerin taleplerinde,
iklim krizi için yürüyüş yapan öğrencilerin dövizlerinde, kadınların adliye önünde okudukları
mektupta bu soruya cevap arandığına şahitlik etmişti.
Evsiz insanların dünyasında zaman yavaş geçerdi. Zamanın insaflı davrandığı günlerde
düşünmek, onun için en faydalı eylemdi. Kendi cevaplarıyla çokça yüzleşmişti. Bu yüzden
yeni bir yanıt aramaya koyulmadı. Kendine ait cevapların aklında birikerek zihnini bir çekiç
gibi dövmesine aldırmadı. Elindeki defterin sahibinin, bu soruyla nasıl yüzleştiğini merak
etti. Okumaya devam etmek için defteri eline aldığı sırada bir kağıdın, sayfalar arasından
kadife pantolonu üzerine düştüğünü fark etti. İkiye katlanmış kağıdı açarken takındığı sakin
tavra o da şaşırdı. Kötü el yazısına aldırmadan gözleriyle kelimeleri takip etmeye başladı.
Mektupta şöyle yazıyordu:
“Şu anda bu mektubu okuduğuna göre sen de yolu sahafa düşenlerdensin. Şehirden birkaç
saatliğine uzaklaşmanın yolunu bulmuşsun. Duvarları kitaplarla yalıtılmış, sararmış kağıtların
kendine has kokusunu duyabileceğin küçük bir sahaf gittiğin yer. Bilerek seçtim burayı.
Şehirden aldıklarımı şehre bırakacağım. Kitapları, işyerinin verdiği kıyafetleri, bit pazarından
aldığım birkaç parça eşyayı… Kitapları da topladım, buraya getirdim. İşte mektup onun
içindeydi. Bulmuşsun. Mektubu kırmızı ciltlinin içinde unuttum sanma. Mektubu kendi elimle
koydum on sekizle kırk sekizinci sayfa arasında bir yere. Okunsun istedim. Tabii, ikisi de.
Kırmızı ciltli de okunsun istedim; elinde tuttuğun mektup da. Sana biraz kırmızı ciltliyi
anlatayım. Şehre geldiğim hafta inşatta iş bulmuştum. Benimle birlikte orada çalışan tüm
işçilere bir kat kıyafetle birlikte bunlardan dağıtmışlardı. Günün on iki saati çalışıyorduk.
Vakit buldukça işçilerle birlikte oturuyor; dağıtılan defter üzerine konuşuyorduk. Aldığımız
yevmiyeleri yazarız, diye düşündük. Bir şeyler de karalıyorduk vakit buldukça. Birbirimize
okuyorduk yazdıklarımızı. Bir defterdi o esasen, sonra benim yoldaşım oldu. Bu gri şehirdeki
talanı, sömürüyü, eşitsizliği sırtladı beyaz sayfaları. Yazdım da benim yükümden pay aldı
kendine. Yazmasam, anlatmasam gördüklerimi bugüne kadar dayanamazdım. Bu mektubu
okuyunca umarım burada ters giden şeyleri bilen birilerinin olduğunu hisseder; o yorucu
kalabalığın içinde senin gibi hisseden bir kalabalığın da olduğunu anlarsın. Güneş
doğduğunda sabahın ayırıcı yüzü ortaya çıkar, fark ettin mi? Aynı güneş hem gecekonduyu
aydınlatır hem de gökdelenleri. Takım elbise giyenden de esirgemez ışığını işçi tulumu
giyenden de. Güneşin aydınlattığı yüzlere baktın mı hiç? Günü saatlere bölünmüş milyonlar
onlar. Sabahla birlikte uyanan şehir onları yutmadan önce oradan oraya sürüklenirler. Şehir
alışkanlıklarla kutsar onları. Şehrin yarattığı bu kutsalın büyüsüyle yaşamın canlılığından
koparlar. Mesela ağaçta bir kuş sesi duyarsın da başını kaldırıp bakmak istersin; sen daha
kuşu göremeden kalabalığın gürültüsü etrafını sarar. Kalabalığın ayak seslerine uymadıkça
onlar için bir engel olursun. Onlar, bir kuşun çırpınışını görmenin fırsatını kollamaz. Binlerce
ayak altında ezilen kabuklu böceklerin sesini bile duyamazsın. Ölüme hakkıyla saygı
duyulmaz yani. Ölen böcek öldüğü yerde kalır. Bu insanlar için de böyledir. Büyük büyük
binalarda bilmem kaç metrekarede yaşarsın. Bir dikili ağacın yoktur. Sırt sırta veren betonlar
birbirine yaslanadursun her gün bir yenisi için el sıkışanlar vardır. Hiç kimse düşünmez yer
kabuğunun halini. Benimse toprağın nefes alamaması ağrıma gider. Bu şehir, yağmurla
toprağa düşmandır. İkisi kavuşamasın diye her şeyi beton halıyla kaplar. İnşaatta arkadaşlar
anlatırdı; kentsel dönüşüm için kaç ailenin beton halının altına süpürüldüğünü. Bu şehir bizim
değil; ama sen ve ben bu şehrin tarafındayız. Bu şehrin denizine, toprağına, tarihine bakınca
şehrin sahipleriyle aynı şeyi görmüyoruz. Ben kırmızı ciltliye şehrin sahiplerinin, bu şehre
bakınca ne gördüğünü yazdım. Eğer kendi gözümden bakabilme gücünü görseydim
kendimde, gitmezdim. Artık yapamıyorum. Bakıyorum ama gördüğüm şey, görmek
istediğime tamamen yabancı. Şehrin kendi gözümdeki anlamını da yitirmişim. Başka
türlüsünü hayal etme gücümü almışlar elimden. Şehrin her köşesi onların. Meyve vermeyen
bir ağaca bile tahammülleri yok. Meyvesini toplayıp satsalar belki bağışlarlar canını. Gölgesi
satılmayan ağacı ne yapsınlar? Ben gölgesinde dinlendiğim çok ağacı yitirdim. Koskoca bir
şehir yitiriliyormuş meğer; gün geçtikçe fark ettim. Ben bunu hissettikçe kafama koydum
buradan gitmeyi. Yine de beni bir korkak olarak görmeni istemiyorum. Şu ana kadar
anlattıklarımdan ibaret görme beni. Mücadele etmenin değiştirici gücüne inanarak suya
attığım taşın yaratacağı halelere duyduğum güvenle bu şehirden ayrılıyorum. Çünkü her
mücadele kendi içinde büyüyen bir planla başlar. Şunu bil ki, önce milyonları kaderin
boyunduruğundan çekip çıkarmak gerek. Bunu başarabileceğimizi bir gün daha iyi
anlayacaksın.”
Bitirdi ve tekrar okumaya başladı. Gözbebekleri kağıt üzerinde ikinci kez, yokuş aşağı
yuvarlanan bilyeler gibi oradan oraya sürükleniyordu. Az önce defteri okumaya devam
etmesine neden olan merak, boğazında düğümlenmişti. Birkaç kez yutkundu. Okuduğu
mektubun hissettirdiği duyguyla baş başa kaldı. Elindeki terin ıslattığı ince kağıdın kenarları
çoktan yırtılmıştı. Hava aydınlanıncaya kadar uyumadı. Meydan kalabalığın ayak seslerine
kavuşmaya başladığında kendini sonu denize çıkan sokakta yürürken buldu. Kafasının içinde
tekrar eden cümlelerin sesini duyuyordu, ürktü. Mektuptaki birkaç cümleyi fısıldadı:
“Bu şehir bizim değil; ama sen ve ben bu şehrin tarafındayız. Bu şehrin denizine, toprağına,
tarihine bakınca şehrin sahipleriyle aynı şeyi görmüyoruz.”
Bütün gün dolaştı. Birbirine yapışık hatta iç içe geçmiş binaları seyretti. Bu binalarda
yaşayanlar, pencereden bakınca kendilerini kuşatan duvarlardan başka bir şey göremiyordu.
Karakteri olmayan soluk renklerin arasından kendini gösteren gri beton, sokağın her
köşesinde tarihin izlerini yutarcasına şehri kuşatıyordu. Kendi kaderine terk edilmiş ahşap
evler, bir zamanlar akan soğuk suyunu borçlu olduğu nehrin çoktan kuruduğunu bilen mermer
çeşmeler… Her biri betonun gri sisi altında görünmez olmayı bekliyordu. Şehrin sahiplerinin
bıraktığı izler yeni bir şehri çiziyordu.
Denizin kenarına sıra sıra dizilmiş balıkçıların arasına karıştı. Oltaların biri denizle
kavuşuyor biri denizden henüz çıkarıyordu kendini. Balıklar etten değildi. Oltanın ucunda
şehrin çöpü vardı. Denizin kokusuyla şehrin kalabalığından yayılan koku karışmıştı. Bu içine
çektiği, çocukken denizden aldığı kokunun aynısı değildi. Güneşin ışığı karşıdaki çıplak
tepeleri aydınlatıyordu. Taş ocaklarının yeşil örtüsünü süpürdüğü yer kabuğundan geriye çiğ
bir renk kalmıştı. Yer kabuğunu oyan makinelerden çıkarak etrafa yayılan sesler, şehrin
gürültüsü tarafından emiliyordu.
İnsanların arasına karıştı. Kalabalığın ortasında birden durdu. Yanından geçenlerin bedenine
çarpmalarına izin verdi. Birbirini tanımayan insanlar, sağından ve solundan akıp gidiyordu.
Tekrar yürümeye devam etti. Kıyafetinin soluk kumaşına, bir daha hiç karşılaşmayacağı
insanların parmak izleri ve saç telleri karışmıştı. Aklına iki sokak ötedeki bit pazarına gitmek
düştü. Zaman makinesi icat edilmediyse sebebi bit pazarlarıydı. Bakır kaşıklar, seramik
fincanlar, boyası sararmış tablolar, çerçevesi eskimiş gözlükler… Her şeyin bir hikayesi vardı.
Her nesne geçmişte yaşamış bir öznenin hayalini kurduruyordu. Dilediğin hikayeyi
yazabilirdin. Bir çay fincanına bakıp kocaman bir aileyi bir masa etrafında toplayabilirdin.
İstersen gülerler, istersen konuşurlardı senin için.
Bir tezgaha yaklaştı. 1940’ları ve 1950’leri tasvir eden tablolara baktı. Ressamın fırçasından
çıkan şehri, bugün ressamın baktığı yerden tekrar çizmek olanaksızdı. Aynı tezgah üzerinde
birkaç kartpostal buldu. Bir zamanlar bu şehirdeki insanların böyle içten gülebildiğini görünce
duraksadı. Bakmaya devam etti. Denizin mavisiyle sarmalanan şehrin samimiliğini hissetti.
Bazı kartpostallar, tarihi yapıların bir zamanlar bu şehirde var olduğuna dair şahitlik ediyordu.
Ceplerini yokladı, soğuk demirleri avcuyla kavradı. Birkaç kartpostal aldı. Bu şehri bir
zamanlar olduğu haliyle hatırlamak için geçmişe şahitlik eden bir şeylere ihtiyacı vardı.
Sığınağına dönmek için yokuşu tırmanırken; gökyüzüne asılı örümcek ağlarına benzeyen
inşaat makineleri, gökdelenleri örmeye devam ediyordu. Koca bir şehri gölgeye mahkum eden
kibir abideleri, yolu şehre düşen göçmen kuşlara da zarar veriyordu. Şehrin sahiplerinin
tahakkümü altında olmayan ne kalmıştı?
Tüketime teşvik eden göstergeler şehrin her köşesine karışmıştı. Işıklı panolar, afişler,
ekranlardan izletilen reklamlar… O reklamlarda, orta sınıfının rüyalarını süsleyen arabalar,
evler… Bir işçinin emeğiyle üretilen ama işçinin yıllarca çalışsa bile sahip olamayacağını
bildiği daha nice şey gördü. Açlık sınırında yaşamaya çalışan yoksullara rağmen, aşırı
tüketimin açığa çıkardığı çöpleri sindiremeyerek taşan çöp kutularının yanından geçti.
Nihayet meydana vardığında tüketimin suni kuşu olan bir poşet, şehrin toprağına karışmak
üzere gökten süzülerek birkaç adım ötesine düştü. Bu suni kuşların varlığını kanıksamıştı.
Kartpostallarını kartonun üzerine bıraktı. Kırmızı ciltlinin sakladığı yerde olup olmadığını
kontrol etti. Kartonun üzerine uzandı. Gece yarısının sessizliğine karışmayı beklerken
gözkapakları kapandı.
Uyandığında eliyle kırmızı ciltli deftere uzandı. Daha önce işaretlediği sayfayı buldu. Kırmızı
kalemle sayfanın tam ortasına yazılmış notu okudu. Doğru hatırlıyordu, bugündü. Kitap
dilenciliğine bir gün daha ara verecekti. Şimdi yola koyulması gerekiyordu. Olduğu haliyle
gidecekti. Kendisini daha iyi gösterecek kıyafetleri yoktu. Kadife pantolonunu yokladı.
Elindeki kırmızı ciltli defteri sıkıca tutarken; karşı kıyıdaki meydana geçmek için vapura
doğru yürümeye koyuldu.
Vapur kıyıya yaklaştıkça meydandaki kalabalık beliriyordu. Vapurdan indiğinde kendini
türküler söyleyen bir kalabalığın içinde buldu. Kadınlar, erkekler, çocuklar; ekolojistler,
işçiler, öğrenciler… Şehrin tarafında olan herkes bir aradaydı. Doğadan, adaletten, eşitlikten,
emek mücadelesinden, özgürlükten, halkların kardeşliğinden konuşuyorlardı. Kalabalığın
etrafını sardığı tahta kürsüde bir işçi konuşma yapıyor; meydanda toplananların ortak
taleplerinin yazılı olduğu metni yüksek sesle okuyordu. Şehrin sahiplerinin talanına,
sömürüsüne, kar hırsına yükseltilen sesle dövülen havanın ahengini hissederek kalabalığın
arasına karıştı. Sağından ve solundan geçen herkesin elinde birer kırmızı ciltli defter vardı.

Melisa Gönen

Öykü 18-25 Yaş Kategorisi İkincisi

search previous next tag category expand menu location phone mail time cart zoom edit close