Memuriyet  

Uyandı, otuz beş senelik bir uykudan bütün vücudu sızlayarak; sanki otuz beş yılını da kendi sırtına yüklemiş gibi bitkin ama acınası bir sevinçle, silkinerek uyandı. Aynanın önüne attı kendini. Önce teredüt etti. Ne göreceğinden mi korktu yoksa ne göremeyeceğinden mi bilmem ama artık anmsamaların ele geçirdiği bir adamdı. Kafasını toparlamaya çabaladığı düşünceleriyle birlikte yavaşça kaldırdı. Oysa yere bakmak cazipti. Herkes yere yenilirdi. Tozlu parkelerin aralarını kaplayan macuna bakardı. Ne kadar da ona benziyordu. İki tahta tabut arasına sıkışmıştı. Lakin henüz bedenen ölü dahi sayılmazdı. Aynaya baktı. Dışarıdan bakan birirnin anlayamayacağı tarzda değişiklikler farketti. Kendi olmayı seçtiği gibi ölümsüzlüğünden de feragat etmişti. Göz altları onu ele veriyordu. Aynaları yalancı çıkarma isteği sevinç hissine dönüştü.

 Başkalarının istekleri doğrultusunda yaşayanlar Tanrının boyunduruğu altındaki meleklere benzerler. Ve insan oğlu melek olmaktan ne kadar uzak olsa da başkaları için buna çabalar. Ölümsüz olur, itat eder. Kalanlara gelirsek onlar için şeytan benzetmesi doğru olmaz sanırım. İnsan olduklarını kabullenenlerdir onlar. Ve bu kabulleniş ölümsüzlüğü beraberinde götürür, uzaklaştırır, bir kuytuda boğar.

  Şevket de tam olarak bunu yapmıştı. Ölümsüzlüğü ve itaat duygusunu kendi elleriyle boğmuştu. Aynada yansımasına bakarken düşüncelerinin yine kontrolden çıktığını fark edip yüzünü incelemeyi sürdürdü. Minik bir tebessüm ile veda etti eski günlere…

Bozacının sesi, kış sabahlarının karanlığı, yorganın sıcaklığı… Bunların hiçbiri Şevket’i yolunda lanet ettiği, şu hayatta en çok nefret ettiği şeyden alıkoyacak kadar güçlü değildi. Kalktı pencereyi açtı, soğuk hava suratına tokat gibi indi, gülümsedi. Onu gülümseten sayılı şeylerden biri olsa gerekti bu. Sanki ona bir şeyler anımsatıyor, anlam veremediği hislere yol açıyordu. Anımsamaktan vazgeçti. Anımsamak her zaman başına bela olmuştu. Çantasını aldı . Siyah deri, klasik bir çantaydı. Buzdolabından dünden kalma kereviz salatasından kaşıkladı. Önce yüzünü ekşitti sonra tam gülecekti ki anımsamaması gerektiğini hatırladı. Kereviz dolu kaseyi buzdolabına hışımla fırlattı. Arkasına dahi bakmadan yeni cilalanmış ayakabılarını ayağına geçirip hızlı adımlarla uzaklaştı. Kaldırımları izledi yürürken. Başı hep eğik yürürdü. Bu bir mahçubiyet gösterisinden çok itaat sembolu gibiydi. Caminin önünden geçti, adalet sarayının önünden geçti, otobüs durağının önünden geçti. Ofisin önünde durdu. Kasvetli eski bir binaydı. Somurtarak içeri daldı. Yerler yeni silinmişti, ayakabıları yürürken gıcırdıyordu. Asansöre bindi. Asansör sızlanarak şevketin hantal vücudunu 3. kata taşıdı. Asansör durdu, kapı açıldı. Şevket fotokopi kokusunu ciğerlerine çekti. Bu onun bağımlılığıydı. Masasına geçti. Gayri ihtiyari etrafındakilere selam verdi. Sonra bilgisayarını açtı. Bilgisayarlardan nefret ederdi, hiçbir zaman çağa ayak uyduramamıştı. İnatla geçmişte yaşamayı sürdürmüştü, bu onun mabediydi. Dosyaları karıştırırken diğer memurların gürültüleri arasında düşüncelere daldı…

  Güzel bir çocukluğu olduğu söylenemezdi Şevketin. Küçük bir mahallede doğmuştu. Babasını hiç tanımadı. Annesiyle hep birbaşınaydı. Küçüklüğü ile ilgili hatırladığı tek güzel şey kaynayan reçel kokularıydı. Okumayı hiç istememişti, okulda devamsızlıklarının haddi hesabı yoktu. Hep kaçardı; okuldan, annesinden, kızlardan, her şeyden. Şevket her şeyden kaçardı. Lakın haklılık payı vardı. Annesi memur olmasının hayalini ondan daha çok severdi. Her fırsatta memur olması gerektiğini, hayatının rahat olacağını, kendisine de bakabileceğini ; her fırsatta, her fırsatta, her fırsatta söylerdi. Hele Şevket liseye geçtiğinde. Bu konu dışında iletişimlerinden pek de bir şey kalmamıştı. Şevket okuldan kaçar mahalledeki reçelciye giderdi. Huzur bulduğu tek yer burasıydı. Reçelcinin kızını görmeye geldiğini kendine itraf etmesi 8 yılını aldı. Mezun oldu… Memur oldu… Ölümsüz oldu… Evlendi. Kaçıp kaçıp soluğu şahane kokular arasında aldığı Reçelci’nin kızıyla.  Hayatının en güzel on yılını geçirdi. O yıllarını gerçekliğinden hiçbir zaman emin olamayacağından habersiz geçirdi. Reçelleri, kokuları, ruhunu ve on yılın gerçekliğini de Reçelcinin kızıyla birlikte toprağa verdi. Tek damla gözyaşı dökmedi. İnsan kendi cenazesinde ağlayamazdı. Gerçi annesininkinde de ağlamadı. Bir sene sonra annesinin ölümüyle birlikte geriye sadece memuriyeti kalmıştı…

Bu yoğun düş silsilesinin ardından mesai saatinin bittiğinin farkına vardı. Anımsadığı için kendisine kızdı. Siniri çabuk söndü. Evine dönmesinin vakti gelmişti. Deri klasik çantasını aldı ve asansöre yöneldi. İyi akşamlar dilediği kimseyi tanımıyordu. Gerçi komikti ki kendini tanıyamayan birinin başkalarını tanıması nasıl beklenirdi. Asansör durdu,  indi, kapıdan çıktı. Her günki gibi ofisi son kez süzdü. Adalet sarayını geçti, camiyi geçti; kaldırımları, durakları geçti. Mahalleye girdi. Bir koku burnuna dolandı. Anımsamamalıydı, anımsayamazdı, reçel kokusu olmazdı. Yolunu değiştirdi. Koşar adımlarla yumruğunu, dişlerini sıkarak…

   Kendini ordan oraya atarken yanından geçtiği eski model bir Peugeot’un teybinde çalan sözlerle yavaşladı. ” İnanmadım, mümkünatı yok inanmadim, hayatlarıyla geldiler yine de bakmadım, çünkü ben nemli bir tavan dikizledikçe hayattan hep muaftım…”Bir şeyler anımsar gibi oldu, sonra vazgeçti, anımsamak yararına değildi.Tam o anda telefonu oldukça garip bir melodi ile çaşmaya başladı. Arayanın kim olduğunu bilmiyordu ama kim olmadığını çok iyi biliyordu, en kötüsü de bu değilmiydi? Birinin sizi aramayacağının,arayamayacağının bilincinde olmak. Bu düş silsilesinin ardından telefonu açtı,tanıdık bir ses kulağına ilişti, tanıdık şeylerden nefret ederdi. Midesinin bulandığını hissetti. Meşgule attığı telefonunu cebine sokup evine doğru yürümeye koyuldu, oldukça uzaklaşmıştı. Hakimiyetini kaybetmesi çok kolay ve hızlı gerçekleşmişti. İçinde dönenleri bir tek onun bildiği gerçeği ile kendini yatıştırdı. Kapının önüne geldi.Zımparalanma vaktinin geldiğini düşündü, anahtarını, çıkartıp deliğe oturttu, çevirdi, çevirdi, çevirdi. Hayır kimin aradığını merak etmiyordu. Ölüleri kimse arayamazdı, mümkünatı yoktu. Kapıyı açtı. Mutfak bıraktığı gibiydi, kereviz salatası,kafasındaki telefonu açmamasına duyduğu pişmanlık gibi her yere sıçramıştı, utandı.

Düşündüğü için hala biraz olsun yaşam belirtisi gösterdiği için. Ölüm ölümsüzdü. O hala biraz insandı. Üstündekileri çıkartıp banyoya girdi. Eski bir küveti vardı, nerden baksan kırk senelik ; suyu açtı, sonuna kadar soğuk tarafa çevirdi, bekledi suyun ona hazırlanmasını, girdi suya, biraz olsun ürpermedi. O suya alışmazdı, su ona alışırdı adeta. Duştan çıktı giyindi, televizyonun karşısına geçti, tüplü bir Sony idi ; açtı, kanallarda gezinirken uykuya daldı.

Uyanır uyanmaz gözü telefona ilişti, beş cevapsız araması vardı. Panik duygusu ile karışık mutluluk yaşadığını anlamadı bile. Kararını verdi, bir kez daha çaldığında telefonu, bu kadar ısrarla ona ulaşmayı arzulayan kişiyi öğrenecekti. Bir iki dakikalığına kafasını toparlayıp koltuktan kalktı. İşe gitmek için  hazırlanmaya yeltendiği anda, hafta sonu olduğunu, takvim sayfalarını koparmadığını hatırladığında anladı. Kendini koltuğa geri attı, bir süre oturdu. Hiçbir şey düşünmeden duvarlara baktı. Sonra açlığına yenik düşerek kendini mutfağa attı. Cam kırıklarına basmamaya dikkat ederek buzdolabını açtı. Bomboştu. Bir kaç saniyelik bocalamadan sonra bakkala gitme kararı aldı. Kapının yanındaki eski portmantodan bozuklukları avuçlayıp ayakkabılarını da ayağına geçirdikten sonra yola koyuldu. Kaldırımlar hergün farklı görünürdü gözüne, biraz yürüdükten sonra bakkala vardı. Etraf ekmek kokuyordu. İçi buruldu. Açlığına verdi lakin esasen burulan kalbiydi, bir tane ekmek aldıktan sonra eve dönmek için dükkandan dışarı adımını attığı an, telefonu çalmaya başladı. Dondu kaldı.

Eklemleri birbirine kilitlenmiş gibi hissetti ve kendini yerde buluverdi, hızlıca toparlanıp telefonu da aynı süratle açtı. Telefonun diğer tarafından gelen sesse çok tanıdıktı, zar zor cevap verebildi  ” Alo”. Arayan Reçelciydi. Bunun farkına varan Şevket’in gözleri karardı. Gerçek olduğundan emin olamadığı on yıla dair tek bir şey dahi ona fazla gelmişti, fazla gerçek…

  Gözlerini çok parlak bir ışığa açtı. Ölmediğinin bilincindeydi, ölemezdi. Hastahanedeydi. Bir sürü insan önünde koşuşturuyordu. Kapıda yazan “Acil” tabelasına gözü ilişti. Duyduğu sesin gerçekliğinden emindi. Ama neden aramıştı onu bunca yıl sonra, hem de ondan bu kadar nefret ederken ? Kafasını yavaşça sağa yasladığında, şoka girdi. Reçelci yanındaydı. Bakkal, Şevket bayılır bayılmaz son aramalarından onu aramış durumu izah etmiş olmalıydı. Ne diyeceğini bilemedi.Konuşmayalı, diolog kurmayalı yıllar olmuştu, dili pas tutmuş gibi hissediyordu. Reçelci lafa girdi, ” her zaman ters biri oldun zaten bayılacak zaman mı bulamadın ?”. Şevket afalladı, biri ona oklarını uzun zaman sonra, ilk defa yöneltiyordu. Reçelci devam etti, ” bunca yıl utanmadın mı ? Karındı be o senin karın ! Bir kere olsun mezarına uğramadın, bırak yıl dönümünü cenazesinden beri bir kere görmeye gelmedin kızımı.” Şevket ne ile itham edildiğini anladığında sinirlenmişti. Birkaç kelime zorladı, “Yapamadım.” Reçelci güldü, ” Buraya ne sana yalvarmaya ne de eski yaraları deşmeye geldim, görüyorsun çok yaşlıyım  kimsem de yok.

Reçelci dükkanını al senin olsun, kızım da böyle olsun isterdi. Sahip çık oraya.” dedi. Şevket ne diyeceğini bilemedi, gözü duvardaki dijital takvime kaydı.Üç gün sonra ölüm yıldönümüydü. Nasıl unuturdu insan kendi ölüm gününü. Takvim sayfalarındaki karışıklığı anımsadı, yüzü buruştu, kendine kızdı. İşte anımsamalar hep böyle hissettirir diye düşündü. Reçelci ise hiç de bir cevap bekler gibi gözükmüyordu. Ağzından çıkanlar bir sorudan çok vasiyet niteliği taşımaktaydı. Şevket; tonajı yüksek, dengesiz ve çatlak sesi ile tamam dedi. Çıkan sese kendi dahi şaşırmıştı. Reçelci acıyan gözlerle Şevket’inkilerin içine baktı. İlk defa…

    Şevket anımsamalarının peşindeydi ilk defa. Kafası dimdik mezarlığın kapısından içeri adımını attı.Bu kadar zor olacağını düşünmezdi. Elinde güneşte parlayan bir kavanoz vardı, içinde gül reçeli. Mezarının yerini buldu, hızlı olmuştu. Bir an vazgeçecek gibi oldu sonra anımsadı, başı döndü.Oksijen zehirlenmesi yaşar gibi vücudu anımsamaların özgürlüğüne reaksiyon gösteriyordu. Mezar taşında gezindi gözleri. Ahu… Tekrar etti yazanı. Şaşkınlığını gizleyemedi kendisinden. Gözbebeklerine gökkubbe sığardı istese. Büyüdüklerini hissetti, evet hissetti. Kendi ismini okumayı bekliyordu belki de. Gerçekler taşıyamayacağı kadar ağır geldi dizlerine; çözüldü, mezarın kenarına çöküverdi. Fark etti, anımsadı, anladı. O on yıl ölüm kadar hakkikiydi. Afalladı. Reçeli Ahu’sunun başucuna bıraktı. O yılları kafasında nasıl yok saydığını, Ahu’sunu kendisine unutturduğunu hatırladı. İsmini tekrarladı. Ahu… Unutamazdı ki, suçladı.

Kendi güvenli sınırlarında kibrit kutusunda yaşadığı için suçladı. İtiat ettiği ve dahi kendi boyunduruğu altına girdiği için kendini suçladı. Gözleri daha fazla dayanamadı. Ağlamadığı ne varsa hepsine ağladı. Ahu’suna sarılarak gerçeklere ağladı.

   Ertesi gün istifa dilekçesini masaya bırakmış eve dönüyordu. Adalet sarayını geçti, durakları,meydanda durdu. Kafasını göğe kaldırdı çok hafif hissettiğini farketti. Anımsamalara teslim olmak onu hafifletmişti. Reçelcinin sesi ile irkilerek kendine geldi. Reçelci yaşlıydı,hastaydı. Bir an önce dervretme isteği ve telaşı ondandı dükkanını. Yoksa işini çok seviyordu.Tapunun yolunu tuttular. İşlemleri tamamladılar. Her şey o kadar hızlı olup bitmişti ki. Şevket ilk ve tek sığınağı, her şeyin başlangıcı olan yere geri dönmüştü. Farklı hissediyordu, ölümlü hissediyordu. Bu onu gülümsetti. Ertesi gün gerçek biri olarak uyanma umudu ile mahallenin yolunu tuttu.

   Uyandı. Otuz beş senelik bir uykudan tüm vücudu sızlayarak, acınası bir sevinçle silkinerek uyandı. Aynanın önüne attı kendini. Başta tereddüt etsede yüzünü aynaya çevirdi. Orada anımsamaların ele geçirdiği bir adam vardı. Kafasını kaldırdı. Yere bakmak hep cazip gelmişti ona bugüne kadar. Parkeleri incelerdi. Macuna baktı, iki tahta arasına sıkışmış macuna.

Artık ona benziyordu. İki tahta arasına sıkışmak gibiydi ölümlülük. Henüz ölmemişti, bedenen ölü sayılmazdı. Yüzünü inceledi. Dışarıdan bakan biri pek de bir fark sezemezdi lakin o kendinde fazlası ile değişiklik fark etmişti. Kendi olmayı seçtiği gibi ölümsüzlüğünden de feragat etmişti. Gözaltları onu ele veriyordu. Aynaları yalancı çıkarmak istedi. Eski ondan kalan tek bir şeyi bile görmek istemiyordu. Sevinç hissine yenik düştü. Başkalarının istekleri ve kendi boyunduruğu altında yaşayanlar, Tanrının boyunduruğundaki meleklere benzer. Ve insanoğlu melek olmaktan ne kadar uzak olsa da buna çabalar, ölümsüz olur, itaat eder. Kalanlara gelirsek onlar için şeytan benzetmesi yapmak doğru olmaz. İnsan olduklarını kabullenenlerdir onlar. Ve bu kabulleniş ölümsüzlüğü beraberinde götürür, uzaklaştırır, bir kuytuda boğar. Şevket de tam olarak bunu yapmıştı. Ölümsüzlüğünü ve kendisine olan itaat duygusunu bizzat elleri ile boğmuştu. Aynada yansımasına bakarken yine düşüncelerinin kontrolden çıktığını farketti, yüzünü incelemeyi sürdürdü. Veda etti eski günlerden kalan bir parça memuriyetine. Artık sadece o, anımsamaları bir de sadece ve sadece reçel kokuları vardı.

search previous next tag category expand menu location phone mail time cart zoom edit close