“Kendimi görebiliyorum,” diye mırıldandı sadece kendisinin duyabileceği bir sesle. Işığını kaybetmiş gözleri kenarları paslanmış, ortadan çatlamış olan aynadaki yansımasındaydı. Küçük yüzünü inceledi gözleri; alnı biraz yassıydı. Gözleri normalde orantılıydı ama buraya düştüğünden beri gitgide küçüldüğünü görebiliyordu. Küçük ama dik inen bir burnu ve nemsizlikten kuruyan dolgun dudakları vardı. Daha küçük bir kız çocuğuyken annesinin hevesle yıkayıp taradığı uzun saçlarını ensesinde toplamıştı; küçüklüğünü ve o dönemlerde yaşadığı tüm mutlu hadiseleri her şeyden saklamak ister gibi.
Soğuk banyoda dakikalardır tek başınaydı.
Kaşları çatıldı yavaşça. Sol eliyle sağ koluna dokundu, parmakları oraya tutundu. “Kendime dokunabiliyorum,” dedi, bunu kendine kanıtlamak istercesine. Uzunlamasına geniş, yedi tane el yıkama lavabosunun yan yana dizildiği, yıllardır derin bir temizliğin uğramadığı banyo soğuktu. Beyaz fayans duvarları yılların birikimini haykırmak istercesine sarardığını gözler önüne seriyordu. Grileşmiş ve yer yer kabarmış tavanda tek bir aydınlatma vardı ve o da zaten yanması gerektiği durumlarda önce cızırdayarak yanıyor sonrasında gidip geliyordu.
On dokuz yaşındaydı.
İlk defa bir sorgu odasına girdiğinde, bir polis tarafından saatlerce sorgulandığında, kalabalık karakol binasındaki insanlar sürekli ona baktığında, bileklerine soğuk bir metali geçirdiklerinde, koluna girmiş iki kadın memurla onu bekleyen cezaevi aracına bindiğinde on dokuz yaşındaydı.
Bir cinayet işleyip hükümet karşısında yargılandığında sadece on dokuz yaşındaydı.
Ellerini soğuk lavabo mermerine yasladı ve gözlerini kapattı. Zihni hızlandırılmış bir film şeridi gibi zamanı geriye sararken bir tarihte durdu. Tarih şubatın ikisini gösteriyordu, akrep ve yelkovan ise gecenin üç çeyreğini…Yutkundu. Şu an burada değil, zihninde takılı kaldığı o gecedeydi. Tıpkı üç aydır olduğu gibi. O gece elleri kirliydi, dizlerinin bağı tutmuyordu ama yine de ayaktaydı. Gözünün gördüğü her şey netliğini yavaş yavaş kaybederken ayaklarının altına sızan sıcak kanın kokusu midesini bulandırıyordu.
Babası hemen ayaklarının dibinde yatıyordu.
Zerre titremeyen parmakları arasında metal ucu kanlanmış bir bıçak sallanıyordu. Korkuyordu, ama bunu kendine bile belli etmiyordu. Zihnini o andan güçlükle kopardı ve kafasını iki yana salladı o sahneyi silmek ister gibi. Suyu açtı. Gürültüyle çağlayan soğuk suya ellerini soktu, tahriş olana kadar, tüm hıncını çıkarmak istercesine ovaladı. Şimdi gözlerinde korkuya dair hiçbir emare yoktu. Aksine öfkeyle ve hırsla kuşanmış bir çift göz vardı. Kimeydi öfkesi, neyeydi bilmiyordu ama içinde hâlâ onu yoklayan vicdanının çığlık seslerini duyabiliyordu. Suyu zorlukla kapattı. Sol elini kaldırıp ıslaklığına önem vermeden göğsünün ortasına bastırdı. Kalbi atıyordu. Eli kalbinin üzerindeyken göz kapakları gözlerinin üzerine bir perde gibi örtüldü. “Burası atıyor,” diye mırıldandı kendi kendine. Usulca gözlerini araladı. Gülmeye küskün dudakları kurumuş vaziyetteydi. “Burası atıyor ama…” Yutkundu. Boğazı görünmez eller tarafından sıkılırken kalbinde bir çiçek tarlası bombalanıyordu. “Yaşadığımı hissetmiyorum.” Hayatını hiçbir zaman doya doya yaşamış biri olarak görmemişti kendini. Onun hayatında hep bir şeyler eksik, hep bir şeyler mahvolmuş ve heves ettiği her şey itinayla kursağında bırakılmıştı.
Ve bir gece işlediği bir cinayetten ötürü yolu buraya düşmüştü.
Soğuk ve sessiz banyoyu ağır adımlarla terk etti. Yaklaşık kırk yedi kadının kaldığını tahmin ettiği koğuşa ilerlerken arka perdeden Gardiyan Zeliha’nın sesi ve bir bir anahtarla açtığı demir parmaklıklı kapıların kilit seslerini işitiyordu. Kimseyle konuşmuyor, olaylara anlamlı veya anlamsız bir tepki vermiyordu.
Koğuşa girdi.
Kendini en savunmasız hissettiği ikinci an burasıydı. Kapıdan girerken birkaç bakış ona dönse de o gözlerini içerideki kimseye değdirmeden direkt en dipte kalan ranzasına ilerledi. İki katlı ranzanın alt katındaki sert döşeğe cenin pozisyonunda uzandı. Her şeyden sıyrılmak ve hiçbir şeye bulaşmak istemediğini belli etmek istercesine sırtını dönmüştü onlara. Şimdi gözlerinin önünde açık gri, zamanla kavlamış bir duvar vardı. Bir süre sonra uzandığı döşek kemiklerine batarken gözlerini kapattı sakince. Arkada geldiğinden beri aşina olduğu bir kadının neşeli sesi geliyordu. Ara ara şarkı mırıldanıyor, bazen yüksek sesle kahkaha atıyor ve arada kendisine de tatlı tatlı laf atmaktan da geri kalmıyordu.
Kimseyle konuşmuyordu.
“Hevâl?” Öylece gözleri kapalı uzanırken tepesinde duyduğu sesle irkildi. Bu sesin sahibini tanıyordu. Buraya geldiğinde sürekli onunla konuşmak isteyen bir kadındı, Hevâl konuşmasa bile o kadın bir şeyler anlatıyor, hayatından bahsediyor, ara ara da Hevâl’i konuşmaya teşvik edecek sualler yöneltiyordu. Ama buna rağmen, Hevâl’in ağzını bıçak açmıyordu. “Yine çıkmadın havalandırmaya,” diye sessizce mırıldandı kadın. “Merak ediyorum.” Hevâl’in gece gibi simsiyah saçlarını izledi. “Kendini cezalandırmaya daha ne kadar devam edeceksin?” Hevâl boş bakışlarını karşısındaki sıvası dökük duvara dikti. “Bugünde görmedin güneşi,” dedi kadın nefeslenerek. Bir elini sert döşeğe yasladı. “Oysa çok güzeldi.” Duvarın en tepesinde kalan pencereye baktı. Dışarıdaki parlak güneş içeriye cansız bir aydınlatma olarak girebiliyordu. “Daha parlaktı bugün, daha canlı, pırıl pırıl… İçimize işledi diyebilirim.” Yatağında uzanan Hevâl yavaşça yüzünü kadına doğru döndü, donuk bakışları kadını buldu. “Bahar gelmiş,” dedi kadın, neşeli gözlerini karşısındaki genç gözlere sabitlerken. Dudakları yavaşça iki yana kıvrıldı, ona sıcacık bir gülümseme bahşetti. “Bahar gelince, bizim burada asla terk etmediğimiz umutlarımız daha da yeşilleniyor, çiçek açıyor adeta. Hem havalandırmadaki sohbetlerimizin ayrı bir tadı oluyor,” dedi ve gözlerini ellerine indirdi. “Sanki dışarıda buluşmuşuz da sohbet ediyormuşuz gibi düşünüyoruz. İyi geliyor.”
Hevâl dudaklarını birbirine bastırdı, yutkundu. Bu kadın kimdi? Neden diğerleri gibi işine bakmıyor da kendisiyle ilgileniyordu? Anlam veremiyordu… İnsanlar değil miydi güvensizliği inşa edip, güveni dipsiz kuyulara atan. İnsanlar değil miydi haksızlıkları arşa çıkarıp adalet diye inlerken diğer tarafta adaleti ücra köşelerde yok eden… İnsanların riyakâr olduğunu düşünmüştü hep. Ama gözlerinin içine sevecenlikle bakan bu yaşlı kadın on dokuz yıldır tecrübe edinerek kazandığı tezini çürütmeye yemin etmiş gibiydi. “Hükümet karşısında on iki yıl yedin,” diye mırıldandı sessizce. Boşta kalan eliyle elini kavradı. “Ömründen giden on iki yıl boyunca kendini cezalandırmayacaksın değil mi?” Hevâl sadece gözlerinin içine bakıyordu.
“Bir şey yaptın, bedelini ödemek âdettendir. Kanun böyle dedi, yapmaktan başka çaren yok. Bir doğru vardı ortada ama her zaman diğer tarafında da bir yanlış bakıyordu sana.” Tuttuğu eli sıktı güç vermek istercesine. “Olan oldu, biten her şey bir şekilde bitti ve sen buradasın,” dedi ve diğer elini uzatıp Hevâl’in saç diplerini okşadı yavaşça. “Büyüyüp olanlarla yaşamayı öğrenmen gerek.” Narin bir bebeğe dokunuyor gibiydi dokunuşları. Hevâl bu hissi en son ne zaman hissettiğini anımsamaya çalıştı. Anılarında bir şeyler ters gitti, görüntüler bir ara yok oldu, gürültü çıktı, bir şeyler kırıldı ve en son bir zamanda durdu. On bir yaşındaydı, okul sabahıydı, annesi saçlarını örüyordu.
Sonrası yoktu.
Ağlayacağını hissetti. Yaz yağmuru gibi aniden bastıran ağlama duygusunu geri gönderemedi, usul usul ağlamaya başladı. Kadının eli bu sefer akan gözyaşlarını silmek için hareketlendi. “Beni şimdi değilse bile bir gün muhakkak anlayacaksın.”
“Nevra,” diyerek ağzını açtı Hevâl ilk kez. Çatallaşmış sesini düzeltti. “Adınız Nevra’ydı, değil mi?” diye sordu çekinerek. “Evet,” diye mırıldandı Nevra, yüzünde beklenmedik bir gülüş oluşurken. “Evet doğru hatırlıyorsun, adım Nevra.”
“Bana da Hevâl diyorlar,” dedi.
“İsmini sevmiyor gibi konuştun?”
“Sevip sevmediğimi daha önce hiç düşünmedim ki…” Yutkundu. Karşısında kendisine dikkatle bakan kadına kilitlendi. “Bir şey sormak istiyorum?”
“Seni dinliyorum,” dedi Nevra oturduğu yerde dikleşirken. “Nasıl öğrendin?” dedi ve yutkundu. “Burada yaşamayı.” Nevra’nın dudaklarına ihtiyatlı bir gülümseme doğdu. “Zamanın ilaç olduğuna inananlardandım hep.” Etrafına kısa bir göz attı. “Ve insanoğlu mecbur kaldığı her şeye bir şekilde göğüs germeyi de öğreniyor.” Histerikçe gülümsedi. “Öğrenmek zorunda, öğrenmezse bu yaşam hakikatle devam etmez çünkü.”
“Beni mutlu eden bir şey yok,” dedi birden Hevâl, sesi keskindi. “Özgürlüğüm nereye gitti?”
Elli iki yaşındaki kadın gerek dışarıda gerekse içeride çok şeye şahit olmuştu ama ilk kez on dokuz yaşındaki bir genç kızın gözlerinde yanan alevi görüyordu. Alevler öyle harlıydı ki sıçrayan kıvılcımlar gece gibi bakan gözlerden taşıyordu. O gözlerde bir orman yanıyor, ağaçlar şiddetle devriliyor ve bir gencin tüm düşleri bir gece ansızın dört duvara kapatılıyordu.
“Mutlu değilim,” dedi yine. Bu sefer sesi kırgındı. “Benim özgürlüğüm nerede?”
“Hevâl…” Elini sımsıkı tuttu. “Özgürlüğün senin içinde.” Hevâl usulca gözlerini kapattı. “Bir kaldırsan kafanı göreceksin. Özgürlüğün aslında bakmayı reddettiğin güneşin ardında seni beklemekte.”
