Sınırların Ötesinde

Uyandığımda müthiş bir baş ağrım vardı, nerede olduğumu tam anlamıyla idrak edememiştim. Yattığım yatak gıcırdıyordu, sallanıyordum. Sallantı midemi bulandırıyordu yattığım yataktan doğruldum ve bulunduğum ortamı inceledim eski püskü her yeri döküntü bir odadaydım, küçük bir penceresi vardı pencereden dışarıya baktığımda denizin üzerinde olduğumu fark ettim. En son hatırladıklarımla şu anki bulunduğum ortam örtüşmüyordu. İyice ayaklanınca çok susadığımı fark ettim, başucumda bulunan masadaki sürahiden hemen yanında duran bardağa su doldurup bir yudumda içtim, tehlikeli bir şey yaptığımı ancak içince düşünebildim, baş ağrım düzgün düşünmemi güçleştiriyordu. Hiç bilmediğim bir kamarada hiç bilmediğim bir bardaktan su içiverdim kendi isteğimle hem de. Pek benlik değildi ancak bu sonra dert edeceğim bir husustu. Öncelikle neredeydim ben? Nasıl buraya düştüm? Ah şu baş ağrısı bir geçse de açıkça neler yaşadığımı hatırlayabilsem diye düşündüm. Kemiklerim de en az başımın ağrısı kadar şiddetliydi sanki üzerimden kamyon geçmiş yahut araba çarpmış gibi hissediyordum ancak böyle olsa burada olmamalıydım değil mi? Düzgün işleyen kuralların olduğu bir bölgede olsam herhalde en yakın hastanede olurdum fakat bambaşka bir yerdeydim. Ne arıyordum burada? Tüm yaşantım boyunca kendi içimde bu durumu sorguladığım yetmezmiş gibi şimdi de fiziken nerede olduğumu bilmiyordum. Usulca yataktan kalktım ve masayı inceledim makyaj malzemeleri yanında da küçük bir masa aynası vardı bunlardan belliydi ki burada da uzun süredir bulunmuyordum, yeni gelmişim de beni buraya yerleştirmişler diye düşündüm. Makyaj aynasını aldım suratıma yaklaştırdım, izler ve morluklar vardı. Halim besbelli çok kötüydü malzemelerin arasından fondöteni alıp yüzümdeki çizikleri biraz olsun gizlemek istedim pek beceremedim ancak dışarı çıkmama yeterli ölçüdeydi yadırganmak istemiyordum dışarıda, güçsüz olarak gözükmek istemiyordum bu bilmediğim yerde, ardından yavaş adımlarla kamaradan dışarı çıktım önümden bir oğlan hızlıca geçerken bana çarpıverdi ve ardından dedi ki: “ Hadisene! İneceğiz bu ne hal böyle? Yaklaştık, çabukça hazırlan!” sonrasında da koştu uzaklaştı. Ben de bulunduğum durumu iyice garipsedim çocuk heyecanlıydı ve enerji dolu gözüküyordu. Bu nasıl çocuktu böyle? Benim bildiğim oğlan çocukları böyle değildi, üstelik halimi de sorguladı. Çok anlayamazken durumu gerçekten de karaya yaklaştığımızı fark ettim geminin kornaları ve sirenleri en yüksek seste çalıyordu. Ben de güverteye doğru yürüdüm, çokça insan toplulukları görmeye başladım hepsi farklı giyinişteydi ama hepsi bir ahenk içerisindeydi aynı zamanda epeyce şıktılar aynı zamanda hepsi oldukça mutlu, enerjik, endişeden uzak görünüyordu. Bir de kendi vaziyetime baktım yırtık pırtık giysiler, mutsuz, somurtkan ve de hangi kavgadan çıktığı bilinmeyen bir surat. Benim bir adım atacak bile mecalim yokken insanların bu denlicesine canlı olmasını yine garipsedim. İnsanlar gerçekten bildiğim gibi değildi, çok farklıydılar ancak benim bildiğim farklılıkta değil. Benim bildiğim farklılık kötü anlamlıydı, dışlanandı, hor görülendi. Ancak bu insanların farklılığı iyi şekildeydi. Herkes gibi ben de gemiden indim, limanda bulabildiğim en yakın banka oturdum lakin şimdi ne yapacaktım? İnsanlar hızlıca gitmek istedikleri yerlere yöneldiler ben ise orada yalnız başıma kaldım. Havanın da ne olduğu anlaşılmıyordu bir yandan bir sonbahar havası esintisi vardı, bulutlar sanki yağmur yağacakmışçasına sert davranıyordu bir yandan da yazın kavurucu, bunaltıcı sıcağı hakim oluyordu. Mide bulantım geçmişti ancak çok acıkmıştım, baş ağrım ve kemiklerimdeki problemler yerli yerindeydi, keşke onları da geçirebilsem ağzıma bir lokma sokabilsem diye düşündüm, ceplerimi de kontrol ettim ancak toz ve kağıt parçaları geldi elime. Öylesine ne yapacağımı düşünürken arkamdan teneke çarpmaları ve devrilmeleri sesleri işittim arkamı dönüp baktığımda kedi ve köpeği aynı anda andıran ikisinin de belirli özelliklerinin karışımı bir hayvan gördüm, turuncu renkliydi ve başı köpeğin başını anımsatıyordu, gövdesi kedininkileri, bacakları ise köpeklerinki gibi sağlam aynı zamanda sert kemik yapılı gözüküyordu ve ayakları, onlar da şirin patiler şeklindeydi. Yanıma yaklaştı, başını uzattı ilk anda korksam da sevimli suratına ve cana yakın hareketlerine dayanamadığımdan başını ve gövdesini okşadım. Hafif bir sesle:

-Çok teşekkür ederim, dedi. Ben ise şaşırarak yüksek sesle:

-Nasıl? Nasıl oluyor? Ardından, daha da tedirgin ve çatallaşan sesimle:

-Yani, önemli değil canım ne demek, diye geveledim.

Daha da sırnaştı yanıma ve iyice beni kokladı. Hemen sonrasında şöyle söyledi: “Kıyafetlerinden, görünüşünden de anlaşıldığı üzere buralı değilsin, çok endişeli ve kırılmış kokuyorsun burada pek rast gelinmeyecek kokulardır bunlar.” Gözlerim şaşkınlıkla daha da açıldı. Yutkunarak söylemeye çalıştım:

-Nasıl bunları anlayabiliyorsun? Burası gördüğüm hiçbir yere benzemiyor.

Başka sorularımın olduğunu da dememe varmadan bir de beni kocaman diliyle yalayıverdi. Gür yüksek sesiyle:

-Çok acıkmışsın daha evvelinde böyle bir açlık tatmamıştım ayrıca saf çekingenlik ve korku tadıyorum sende!

Benim geldiğim yerde bu normal insanların hissettikleriydi burası neresi ki tam zıttı bir normal var, insanlar niye anlamlandıramadığım şekilde mutlular diye düşünüyordum ancak korku dolu sesimle:

-Öyle mi? Bilemiyorum, dedim.

Meraklı şekilde doğruldu şimdi gerçek cüssesini görebildim bir kangal kadar iriydi ve hızlı şekilde dedi ki: “İyice doyacağın bir yere götürmek gerek seni.” Karnımı ovuşturarak kısık sesle: “Olur, peki” diyerek hemen ardından teşekkür ettim. Önüme düştü ve kendisini takip etmem gerektiğini aksi takdirde kesinlikle kaybolacağımı buradaki ormanların büyük ve uzun ağaçlara sahip olduğunu söyledi ancak kaybolsam bile ormandaki veya şehirdeki dost canlısı hayvanların da bana en az onun kadar yardımcı olacağını da ekledi. Yola koyulduk, yolda bir yandan etrafımı gözlemlerken bir yandan da bu yaşadıklarımın asla mümkün olmadığını düşünüyordum, hiç görmediğim devasa ağaçlar, oksijen dolu ormanlar vardı buranın topraklarında ancak benim topraklarımda bunların eşine rastlanmazdı, benim topraklarımda yalnızca; talan edilmiş, kesilmiş, kendi doğasından koparılmış ağaçlar bulunurdu ormanlara zaten asla rast gelmezdik ki. Onlar yalnızca kitaplardan okuduğumuz eski hatıralardı bizim için. Günümüzde devasa olan şeyler: fabrikalar, iş merkezleri, herkesin aynı yaşamı sürdürdüğü hayatlarının dışarısı olmayıp sadece kutu biçiminde küçük, zevksiz, havasız yerlerin içi olduğu devasa konutlardı normal olan şeylerdi benim geldiğim yerlerde. Ormanda gezerken diğer hayvanlar da dikkatimi çekmişti çoğu kendi bildiğim hayvanların karışımıydı ve hepsi doğasında uyum içerisinde yaşıyorlardı, onları vahşice avlamaya çalışan insanları görmemiştim ormanda geçirdiğim o uzun süre boyunca benim bulunduğum toprakların aksine. Geniş ovalar ve akarsular gördüm gezerken o toprakları, toprağını güzelce işleyip sağlıklı yiyecekler yapmak ve ailesine aş götürmek için çalışıyordu insanlar gördüğüm kadarıyla. Veyahut bulunduğu topluma özenle seçilmiş meyveler, sebzeler sağlıyordu, çiftliğinde çalışan insanlara iş sağlıyordu insanlar. O çiftliklerin birine yaklaşırken iri dostum yine hafif sesiyle seslendi:

-Hey! Kabalığımı mazur gör lütfen. Benim adım Yolun Dostu’dur. Daha öncesinde söyleyemedim açlığının aciliyetiyle hızlıca yola çıkmamız gerekliydi.

Hiç duymadığım bir isimdi Yolun Dostu ne ilginç diye düşünürken aynı zamanda daha önce asla bu biçimde bir üslup işitmediğimi fark ettim, benden benim müsebbibim olmamasına rağmen benden özür dileyen hiç olmamıştı, daha çok kaba biçimlerde hor görülmeye alışıklığımdan yine ne olduğunu kavrayamayarak önemli olmadığını belirttim. O esnada Yolun Dostu tekrar seslendi:

-Haydi koş! Çok acıktın ve yoruldun bunun için de kusuruma bakma, seni yordum ama her şeye değecek merak etme!

Tekrar özründen dolayı çok utandım ve mahcup oldum yanaklarım kızarmıştı hızlı hareket ederek bir çiftçinin yanına vardık. Çiftçi ile Yolun Dostu selamlaştılar ve lafladılar bilmediğim bir dil konuşuyorlardı. Sonra çiftçi bana dönerek bir şeyler söyledi fakat söylediklerinin tek bir sözcüğünü dahi anlamamıştım. Yolun Dostu tekrar yardımıma koştu ve beni anladığını hissettiğim bir ses tonuyla: “Ne yazık ki çiftçi bey senin konuştuğun lisanı bilmez kusura bakma. Sana hoş geldin deyip seni selamlıyor ve saygılarını sunuyor. Senin aç olduğunu ve acil bir durum olduğunu söyledim memnuniyetle sana en güzel yemeklerini sunacağını belirtti.” Ben de çiftçi beye teşekkürlerimi sundum. Hakikaten çok enteresan idi. Hiç işitmediğim bir dilde konuşmasına rağmen anlaşabildik, çok mutlu olmuştum sanırım gönüllerimiz hissettiklerimizi sezmişti. Bu gibi durumlara da alışkın değildim benim geldiğim yerde herkes aynı biçimde konuşur, teşekkür edilmez, özür belirtilmez yalnızca bize verilen direktifler doğrultusunda günlük yaşamın dil kalıplarını ezberleriz ve tüm halk tarafından yalnızca o biçimde konuşulur. Buydu benim topraklarım burada yabancıydım ama daha yurdum hissediyordum maalesef en üzücüsü bu durumdu. Çiftçi bey bana en taze sebzelerinden verdi ve en tatlı yemeklerini yedirdi hayatımda daha önce böyle bir ziyafet görmemiştim bu gıdaların içiyle oynanmamıştı, boyutu küçük, ağırlığı azaltılmış, hijyeninden kaçınılmış yiyecekler değildi bunlar. Masada herkes toplanmıştı herkese ne kadar isterse o kadar yemek verilmişti iletişim işini Yolun Dostu görüyordu benim için çat pat onların dillerindeki kelimeleri de öğrendim, yardımlaştık, çiftliğe de elimin yettiği kadar katkıda bulundum, hayatımda ne yazık ki ilk defa kendi işimden başka bir işle meşgul olmuştum ancak oradaki yardımsever insanlar hiç aldırış etmeden bana takıldığım yerde destek oldular, farklı ve yeni arkadaşlar edinmiştim, yeni bir iş öğrenmiştim. Geceyi orada geçirdik gün ağardığında daha evvel hiç yaşamadığım şekilde horoz ötüşleriyle uyandım Yolun Dostu da yanıma geldi ve yola koyulmamız gerektiğini, daha gitmem gereken yerler öğrenmem gereken şeyler olduğunu söyledi, herkesle vedalaşıp yola çıktık. Bu sefer daha kısa süren bir yol sonucu şehre geldik şehirde küçük şirin evler bulunuyordu 3 katı aşmayan evlerdi bunlar ekseriyetle de 2 katlıydılar sevimli tatil köylerini anımsatan bir havası ve sıcaklığı vardı. İnsanlar renkli gözüküyordu daha önce limanda gördüğüm gibi yaşam doluydular, ilginç ve birbirinden farklı görünen kıyafetler giyiyorlardı, kimisinin büyükçe fötr şapkaları kimisinin çeşitli dövmeleri kimisin kendisine bol gelen tarz kıyafetleri vardı ancak incelediğim kadarıyla bunlar asla yadırganmıyordu, insanlar yargılayıcı gözlerden yoksundular, kadınlar özgürce giyinmişlerdi gören herkesi büyüleyen elbiselerini özgürce, cesaretle giyinebiliyorlardı, sokakların kendilerine ait kimlikleri, sesleri ve görünüşleri vardı sokak müzikleri çok yaygındı, farklı dillerden ezgiler çalınıyordu kulaklarımıza her sokağın ardında, sokak hayvanları daha önceden Yolun Dostu’nun belirttiği gibi insanlara yardımcı oluyorlardı, insanlar da onları sevip besliyorlardı. Onlara karşı zulüm veya eziyet yoktu saf, naif sevgi vardı. Bizim topraklarımızda insanlar sokaktaki dostlarımızla bile kavgalıydılar her şeyle kavgalı oldukları gibi. Onlar yalnızca kin, nefret ve kavga bilirlerdi. Uzlaşı ve hoşgörü olmaksızın, sonu gelmeyen, dipsiz bir anlaşmazlık hakimdi herkeste. Gözlemlediğim bir başka şaşırtıcı durum da insanların aceleci olmamasıydı her şey belirli bir düzen içindeydi ve vakit usul usul insanların en yüksek şekilde hayattan keyif almalarına yönelik akıyordu bizim keşmekeş kentlerimiz gibi hızlı, tatsız, ruhsuz ve gri değillerdi. Tüm bu düşüncelerime dalmışken bir balıkçı dükkanına uğradık. Yolun Dostu buranın bu büyük şehrin en iyi balıkçı dükkanı olduğunu söyledi. Büyük diye betimlemişti ancak bu kent bizim oralarda olsa olsa köy diye adlandırıldı. Büyük şehir metropol demekti oralar kaos dolu olurdu, pis olurdu sokaklar, güvensiz ve tekinsiz olurdu kaldırımlar çukurlu olurdu ki düşeseniz, düşeseniz ki bir yerinizi acıtasınız üstünüz kirlensin ve size kimse el uzatmasın! Böyle insanlar yetiştirilirdi, bencil insanlar çünkü yardım demek toplanmak demekti birlikten kuvvet doğardı birlik olmasın diye birleşmeyelim diye bencil bireyler olarak yetiştirilirdik. Ayrıca fabrika ve egzoz dumanlarından nefes alamayacağınız meydanlar olurdu ki o peşinizi bırakmayan hengameden kurtulmaya çalıştığınızda herkesin doldurduğu sesinizi haykıramacağınız nefes dahi alamayacağınız sizlerden, gençlerden, yaşlılardan, kadınlardan, çocuklardan yani herkesten, toplumdan yaşadığınız hayatta sadece o topraklarda yer aldığınız için sizden nefret edercesine tasarlanmış daha doğrusu tasarlanmış gibi yapılmış hakikatte insanlar için minimum alan yaratılan sadece kalabalık, boş ve sevimsiz yapılarla donatılmış şehirlerdi metropoller. Balıkçı baraka tipinde bir yerdi. Kapısı aralıklıydı içeri kolayca girebildik, şaşırmıştım ne bir kilit vardı ne da kapı kapalıydı. İçerisi boştu. Yolun Dostu seslendi:” İhtiyar!” içeri taraftan  yaşlı bir adam bizi selamladı. Başında turuncu bir bere vardı, ak sakallıydı gözlükleri şişe dibi diye tabir edilen türdendi. Bodur bir yapısı vardı. Klasik amcalardandı işte. Burada bize fırında yaptığı levreklerden yedirdi, teşekkür ettik ardından sohbet ettik. Yolun Dostu bize ahşaptan kayak gerektiğini söyledi. Yaşlı adam hemen işe koyuldu ve Yolun Dostu’na sordu:

-Nerelere bakalım?

Yolun Dostu yanıtladı:

-Ferah Dağı’na çıkıp kayak yapmamız gerekli.

Yaşlı adam hayal kırıklığına uğramış gözüküyordu parmağını sallayarak geveledi:

-O meymenetsizle mi görüşeceksiniz? İyi bari, oradan kayak alıp kazıklanmak yerine buradan en kalitelilerini alırsınız! Üstelik ustasından!

Çok şaşırtmıştım yalnız bu sefer ilk defa burada kötü söz işittiğim için. Hiç beklenmedik bir şeydi benim gözümde. Yolun Dostu da bunu sezmiş olmalı ki sadece şakalaştığını ve onun huysuz bir ihtiyar olduğunu söyledi ve ardından ekledi:

-Burada kimse kimseyi kazıklamaz, sahte ya da ayıplı mal vermez, satmaz.

Yaşlı adam somurttu. Yolun Dostu da şöyle dedi:

-Tabii kanımca en iyisi sizinkilerdir efendim.

Yaşlı adamın çehresinde masum bir gülümseme oluştu bu sefer. İşiyle uğraşırken gerinerek:

-Bu arada ben İhtiyar! Burada adettendir isimler pek önemsenmez, sonra söylenir. Önce insanları tanımalı öyle değil mi?

Başımı salladım bence de çok doğru bir fikirdi. Ancak buradaki her şey gibi isimler de benim yurduma göre epey farklıydı, Yolun Dostu ismini de başından beri sorguluyorum bu durumun niçin olduğunu sorduktan sonra İhtiyar bana ne söylemek istediğimi anladığını hissettiğim bir ifadeyle sırıtarak yanıt verdi:

-Senin gibileri çok gördüm, buradan olmayan insanlar. Burada insanlar isimlerini sonradan alırlar. Dediğim gibi burada önce insan, insanı tanır ve bir insan kendini nasıl hissediyorsa kendini nasıl tanımlıyorsa öyle bir isim seçmekte özgürdür. Sizin gibiler pek bilmez ama bu temel insanlık hürriyetlerinden ve haklarından biridir. Burada sizlerin yadırgadığı çok şey vardır mesela benim kapım niye kilitli değil?

Sahiden diye düşündüm. Burada gezdiğim her yerde insanlar istedikleri gibi her yere girip çıkmakta özgürdüler ve insanlar arasında müthiş bir güven vardı bundan ötürü sorusuna cevap verdim:

-Neden?

O da bilmiş tavırlarla kafasını sallayarak yanıtladı:

-Çünkü burada güven vardır. Herkes karşısındaki insanı kendisinin olduğu gibi iyi niyetli görür? Soracaksın ki kötü niyetli insanlar yok mudur? Hırsızlık, gasp ya da çok daha kötü durumlar gerçekleşmez mi? Elbet gerçekleşir ancak onu yapan birey görür ki bunlar nafile! Bunu yapmayı keser ve topluma uyum göstermeye devam eder. Buradaki uyum insanların özgür olmasından gelir. Bir insan eğer her şeyi elde edebilecek ölçüde zenginse ve hürse niye bu dediklerimi yapsın ki?

Dediklerini çok doğru bulmuştum başımı sallayarak onu onayladım. Yanına beni çağırdı ve tuttuğu aleti göstererek bu işte yardımcı olmam ricasında bulundu ben de aleti ellerimle kavradım o da ellerimi gördü ve kaşlarını çattı gür ses tonuyla:

-Sen nelerle ilgilenirsin?

Bu soru daha önce hiç işitmediğim bir soruydu ben daha çok “Nerelerdensin?” ya da “Kimlerdensin?” gibi soruları duymaya alışkındım. Cevap verdim ardından:

-Ben inşaat işleriyle meşgulüm, inşaat işçisiyim. Bina yaparım. Buralardaki gibi değildir ama kocamandır bizim oralarda.

Kaşlarını havaya kaldırdı üzüntülü olduğunu hissettim sesi hafif titreyerek:

-Maalesef durumunu anlıyorum, ellerindeki nasırları görünce ağır işlerde çalıştığını anladım.  Benim ellerim de öyledir ancak ben her işle ilgilenirim. Burada herkes kendini daha iyi tanıması, kendine en uygun işi anlaması için birden fazla şeyi öğrenir ve o uğraş yanına kalır hatta kendini geliştirerek dahasını öğrenir sizlerde tek uğraş vardır ve ne yazıktır ki o sizin  hayatınız olmuştur.

Derinden üzüldüğünü kendi içimde hissettim ama ben ve benim gibilerin yapacak başka bir şeyi yoktu içine doğdumuz toplumun normları buydu ve bundan uzaklaşırsak buradaki insanlar gibi toleranslı, elinde çiçekli insanlar karşılamıyordu bizleri. İhtiyar sırtımı sıvazlayarak iç çekti ve şöyle söyledi:

-Al bakalım kayağın hazır. Bu da senin yeni uğraşın oldu eminim ki bu yolda da fazlasını öğrenmişsindir.

Haklıydı bu yolda hiç öğrenmediğim kadar çok şey öğrenmiştim. Bu geceyi de şehirde İhtiyar’ın yanında geçirdik sabah olunca bir güzel kahvaltımızı yapıp teşekkür edip vedalaştık. Bu seferki yolculuğumuz Ferah Dağı’nda kayak idi. Gerekli diğer araçlarımızın hepsini de İhtiyar’dan temin ettik ve yola koyulduk, uzun bir yolculuk sonucu tepesine vardık başımı kaldırdığımda bulutlara dokunacak gibi hissettim bulutlar capcanlıydı daha önce böylesini görmemiştim hem de metropolümdeki en yüksek binanın en yüksek tepesine dahi çıkmama rağmen şöyle bir arkama baktım şehri gördüm işte gerçek şehir budur diye düşündüm. Kimliği ve görüntüsü olan bir şehir. Pis toz bulutlarından kapanmayan cıvıl cıvıl bir şehir. Yanımıza İhtiyar’ın meymenetsiz dediği Kayakçı Hanım geldi. Onun da adı buymuş sevdiği ve kendini tanımladığı ismi almış tıpkı herkes gibi bana nasıl kayak yapacağımı öğretti ve eşiyle tanıştırdı gözlerinden de görüyordum ki aşkla doluydu ikisi. Ben bunlara da rast gelmezdim. Sevgi, aşk bu gibi duygular yitirilmişti topraklarımızda burada ne mutludur ki bana bunları da hissettim. Kayakçı Hanım mı olurmuş diye de düşünmüştüm ancak artık şaşırmaktan vazgeçtim artık buranın tadını çıkarmak istiyordum. Bir kadının böylesine zor bir uğraşı edinmesi bizim oralarda pek zordu ama hayatlarımız zaten zor olduğu için erkekler için de güçtü uğraş edinmek. Ancak dediğim gibi bunları aştım buranın tadını çıkarmak ve buranın bir parçası olmak kendi yurdumda garip, yabancı olmaktan daha iyi geldi bana. Burada yadırganmadım buralı oldum adeta. Artık o eski korkak, bir şeyleri denemekten çekinen çocuk yoktu. Ferah Dağı’ndan şehre baktım tekrar neden öyle dediklerini şimdi anlıyordum burada hava çok güzel tıpkı buranın her şeyine işlediği gibi. Bir o kadar da garip dağın tepesinden ne kadar da yakın sıcak yaz kasabası. Hayvanlar da birbiriyle karışık. Sahiden ilk indiğimde de güz ve yazın havası karışıktı burada. Sanırım her şey birlikte olunca güzel zıtlıkların içindeki ahenk var burada. Sınırların ötesinde, düşlerimin ötesinde bir dünya. Ferah Dağı! Daha önce böyle bir hava solumamıştım. Çektim ciğerlerime, en derinine kadar doldurdum sanki bir daha hiç nefes alamayacakmışçasına. Sonra kaydım kayağımla özgürlüğe, ferahlığa, yaşama…

search previous next tag category expand menu location phone mail time cart zoom edit close