SUYUN DEĞİŞİMİ

İnsanlar dalgalara kapıldığında ertesi gün oldu. Ve bir su damlası yaprağından kayarak kendini toprağa bıraktı. Topraktan bir kavak korusunun köklerine sızdı su. Kışın bile ağaçların gölgelerine selam veren insanların yüreğine sızdı. Sonra dalgalar dindi. Sonsuz mavilikteki gökyüzü ve üzerine yattığınızda bedeninizi ipince bir çizgiyle ayırarak iki farklı sizi de ortaya çıkaran deniz bir fermuar gibi birleşti. Birleşmeliydi çünkü o dev gemiler dalgaların arasında
yok olduktan sonra suların hiçbir anlamı yoktu. Denizde oradan oraya savrulan insanlar kendilerine baktı. Gerçekten ne istediklerine baktı. Her biri öteberilerine yapışmış yosunlardan hayallerini yaptı. Aslanlığa soyunan kediler kedi oldu. Karıncalar karınca, zürafalar zürafa oldu. Ve nice tırtıllar birer kelebek oldu. O, bir yerlere yetişmek için koşmadı. Kendi ayaklarıyla kendi sinirlerine basmak için koşmadı. Yapmak için yaptığı her ne varsa tarihin derinliklerine kadar gömdü onları. Onun yerine bembeyaz ayakkabılarıyla sinsice ve çıkan sesi kulaklarında hissediyormuşçasına çamura bastı. Sanki onunla dost olmak ister gibi bir hâli vardı. Ayakkabıları nereden geldiğini unuttukça daha çok onun olmaya başladı ve artık hiçbir uzvundan farklı sayılmazdı. Bir ceviz düşündü sonra. Onu evirdi, çevirdi, içine girdi. Göz gezdirdi her bir tarafına. Ve alıp en güzel rafına koydu. Cevizin kıvrımlarından bir dere akıttı zihninde. İçinde bembeyaz dağlar hayal etti ve karların altında güneşi bile ıslatan yağmur taneleri. Çünkü o cevizin başka bir amacı olabilir miydi? Eğer suları akıtmasaydı o ceviz hiç yaşamamış olacaktı. Ama o, cevizler yaşasın istedi. O, “ceviz” olarak kabul edilen bir şey olmaktan fazlası olsun istedi. İş yerine giderken yolunu şaşırıp parkta oturmaya karar veren adam onu gördü. Ne yaptığını anlamadı başta. Ama bu normaldi çünkü birdenbire nereye gittiğini unutması kafasını karıştırmıştı. Nerden geldiğini aradı, bulamadı; ne yaptığını aradı, bulamadı. Gözleri çok uzaklara gitti ve bir süre geri dönemedi. Ama bir anlık farkındalık yetti gözlerini çağırmaya. Sonra çalıların arasından ona baktı. Gri, dolgun kaşlarının biri hafif yukarı kalkık, gözleri saklambaç oynuyor gibiydi. Bu ifade o kadar barizdi ki soru sormaya bile gerek kalmadan cevap geldi: Çiçeklere bakıyorum. Onlar çok güzel değiller mi? Sanki her biri iyiliğe adanmış melekler gibi. Özel olanı seçer gibi. Ben onlara bakıyorum ve her gün özenle gözlerimi boyuyorum. Garip olan bir şey yok. Herkes yapmalı bunu. Her gün farklı boyayı kullanmalı. Her defasında gidip çiçeklere tekrar bakmalı ve renkleri gözlerini boyarken kullanmak üzere göz bebeklerinde biriktirmeli. Çünkü gözlerinin rengi değiştiğinde çiçeklerin de rengi değişir ve sayısız renk doğar. Onları kullanmadığın sürece tüm bu renklerin anlamı ne? Ayrıca gözler boyanmazsa gri kalır ve tüm renkler silinir. Gözünü boyamadan insan aklını da kalbini de kullanamaz. Adam anlamadı ama ilk defa çiçeklere baktı o gün. Gri gözleri önce sarıya sonra kırmızıya döndü. Bu renkler kafasındaki düğümleri çözüverdi. Tüm binalar yıkıldı zihnindeki ve fidanlar dikildi. Ağaçların nefesini ruhunda hissetti. Daha önce hiç duymadığı bir ses, daha önce hiç tatmadığı duygulara çağırdı onu. Kendini sevdi, dünyayı sevdi, gözlerini sevdi. Binbir şapka çıkardı onların önünde. İnsan sesleri kendi içinden duyardı. Hep en önce kendi cildinden anlardı yumuşaklığı. Adam bunu da öğrendi. Kendinden çıkıp kendine girdi bu yüzden. Hiç acele etmeden… Sonsuz bir karanlık gördü önce. Sonra tam karşısında minicik elleriyle hiç tanımadığı bir çocuk belirdi. Karşısına eğildi ve rengârenk gözlerinin içine baktı. En uzaklarda sönmüş balonlar ve yaşayamamış yürekler vardı. Özür diledi. Çünkü haksızdı. Sonra sımsıkı sarıldı ona ve teşekkür etti. Çünkü o da herkes gibi o kadar haklıydı ki. Yine o gün ilk defa yanağı ıslandı. Kendinden çıkıp kendine giren adam başkasından çıktı sonra. Kör gözlerini, sağır kulaklarını bırakıp kutusundan çıktı. Kafasını kutusundan çıkardığında öteki, illaki bir yerlerinde bir eksiklik olan kutuların deliklerinin altında renkli renkli çiçekler olduğunu fark etti. Düşünemeyenlerin düşünemediğini bilmediğini fark etti. Ayrıca artık dinlemek konuşmak için sıra beklemek değildi. Artık kolaya kaçtığı zamanlardaki konuşmalarını bırakıp bir şeyleri anlamak için çabalamaya başladı. Çünkü insanı insandan daha iyi kim anlayabilirdi? Bazıları gülmenin ne demek olduğunu bilmese de her sabah selam verdi karşısındakine, kendisi gibi davrandı. O ise suratından ne düşündüğü anlaşılmayan adamı kafa karışıklığıyla yalnız bıraktı. Zaten gülmekte olan yüzü daha da mutlu bir şekilde kendi yolculuğuna devam etmek üzere yola koyuldu. Tüm bu dalgalar daha durulmadan önce o, diğerleri gibi sadece sakin ve temiz bir deniz istemedi. İlk önce herkes dursun ve suyu fark etsin istedi. Çünkü her şey fark etmekle başlardı. Yaşamanın anlamı kavranabilirse zaten dünya berrak bir su olacaktı. Su, başından beri sadece bir suydu. İnsanların bir iç çekişiyle gürüldeyen deniz de, anlamlı bakışların derinliğindeki de… Ama artık değişen bir şey vardı. Suyu değiştiren, dalgalara da sebep olan insanlardı.

Gökçe AYDIN

Öykü Kategorisi 14-17 Yaş Üçüncüsü

search previous next tag category expand menu location phone mail time cart zoom edit close