Rutubetten boyası akmış, kabuklaşmış ardından pul pul dökülmüş tavanı
izliyordu. Bugün günlerden neydi, diye düşündü kendi kendine. Takip etmeyi
aylar önce bırakmıştı. Yaşadığı ülkede, şehirde, bulunduğu yerde ve konumda
bunların bir önemi yoktu artık onun için. “Sahi,”dedi farkında olmadan sesli bir
şekilde, “Yaşamak neydi? Bundan yıllar önce bu pencereden dışarıyı izlediğim
değilde, dışarıda olduğum günlerde yaşıyor muydum ben? Dışarıdayken
kimdim, neydim, ne için vardım? Ya da ben var mıydım? Beni ben yapan değer
yargılarım var mıydı? Bunu savunabilecek cesaretim, güvenim?” kendisiyle olan
uzun monologları yeniden su yüzüne çıkmış, düşünceleri beyninin ücra
köşelerinden süzülerek içine sızmıştı. Yaşadığı ülkeyi artık tanıyamıyordu. Hayır
diyordu, “Yaşadığım değil, var olduğum ülke. Ben burada varım ama yaşıyor
muyum? İçimden geçirdiklerimi söyleyebiliyor muyum? Var olduğum yıllar
boyunca, tek bir fikrimin bile 38 yıl aldığı düşüncelerimi söyleyebiliyor muyum?
Hayır. Hepsinin cevabı hayır.” Yıllar önce, parmaklıklar ardında olmadan önceki
hayatını anımsadı. O zamanlar ülkesinin başındaki adamları, halkın bulunduğu
hali çok net hatırlıyordu, bu çok uzun yıllar önce olsa bile. Halk mutlu değildi,
insanlar hayata küsmüş, ruhları solgun,karamsarlıklarla çevrilmiş çehreleriyle
bulundukları yerde sadece var oluyorlardı. Boş telaşlarla dolu kimsenin kimseyi
dinlemek istemediği, üstü kapalı krallık eleştirileri, toplumun kaymak
tabakasından olan insanların her şeyi normalleştirip halkı aptal yerine
koymaları… Tüm hatırladıkları bunlardan ibaretti. İyi hiçbir anısı kalmamıştı,
halkı yöneten krallık, ülkede iyi hiçbir şey bırakmamıştı. Halktan önce,
hayvanlardan almıştı krallık iyi şeyleri. Önce ormanlarını yakıp kesmişlerdi
toplumun en sessiz varlıklarının. Ardından insanlara geldiler, yavaş yavaş tıpkı
zehirli bir yılanın yaklaşması gibi. İnsanların önce müziğini kestiler, sonra sosyal
hayatlarını. İnsanlar tepki göstermediler, mühim bir olay olarak bakmadılar
yaşananlara. Krallık güç buldu bu durumdan ve durmadı. Bu kez insanların
seslerini kestiler. İnsanlar bu kez tepki vermeyi denedi, toplumun en küçük
bireyi bile bir şeyler yapabilmek için kağıt kalemini eline aldı. Krallık yine
durmadı, insanların parmaklarını kesmeye başladı. Toplum artık ne yapacağını
şaşırmış vaziyette birbirleriyle konuşmaktan ve dertleşmekten başka çare
bulamıyordu fakat krallık artık toplumdan ve halktan korkmuyor, yapmak
istediği her şeyi çekinmeden ve bahanelere sığınmadan yürürlüğe koyuyordu.
Krallık , insanların fısıltılarından da rahatsız olmaya başladı ve bu kez insanların
fısıltılarını da elinden aldı. Krallığa dair herhangi bir kötü söz söyleminde
bulunan insanları vatan haini ilan edecek ve parmaklıklar ardına koyma hakkına
sahip olabileceklerdi ve dediklerini birebir hayata geçirmeye başladılar.
Krallık ve toplumun üst tabakası sonunda huzurlarına kavuşmuşlardı çünkü
başından beri istediklerini gerçekleştirmişlerdi; düşünce ve fikirlere zincir
vurmak. Mutlulardı, keyiflerine diyecek yoktu çünkü onlara karşı gelebilecek bir
halk yoktu ortada. Yasalar çıkarıp kanunları değiştirmiş, halkı birbirine
düşürmüşlerdi. Bu şekilde olabilecek herhangi bir örgütlenmenin önüne
geçmişlerdi ve bundan gurur duyuyorlardı.
“O günlerde,” dedi, hala tavandan ayırmadığı gözlerinden gelen
bir damla yaşı silerek. “ Yaşadığımı zannederdim, kaymak tabakada, sahte
gülücükler ve bir kadeh eşliğinde bana ait hissetmediğim o düşünceleri sırf
korkudan savunurken, rol yaparken veya kendimi inandırmaya çalışırken
yaşadığımı zannederdim. Kafamı yastığa koyduğumda vicdanımın sesini
sarhoşlukla bile susturamadığımı fark ettiğim zaman ise kendimle
yüzleşmemek adına, odamda kısık sesle müzik dinlemeye çalışırdım fakat bu
vicdanımın daha gür bir sesle içimde feryat etmesine neden olurdu. Sokakta
gezen günahsız binbir insana bu bile yasak iken,ben nasıl rahatlıkla müzik
dinleyebilirdim ki? Onlarla bizi ayıran neydi? Düşüncelerimiz mi? Eğer öyleyse
bu bizi ayıramazdı çünkü ben sadece kendimi kandırıyordum. O düşünceler, o
krallık yanlısı cümlelerin hiçbiri bana ait değildi. Tıpkı bir giysi gibi her sabah
giydiğim o fikirlerin hepsi korkumdan doğmuş bir maskeden ibaretti. Geceleri
kendimle baş başa kaldığımda fikirlerim tüm çıplaklığıyla bana bakarlardı. Yine
O gecelerden birindeyken, oturup saatlerce ağladım. Bu muydu yaşamak?
İnsan ne için yaşardı? İnandığı değer yargıları neydi? Korkuyla var olan yaşam,
yaşam mıydı? “Evet bu benim fikrim” diye savunamadığım, gerçekten de bana
ait olan düşünceyi söyleyemediğim bir yaşamı istemiyordum. İsterlerse ellerime
kelepçe, ayaklarıma pranga, boynuma urgan geçirsinler fakat ben o hayata
yaşamak demem.” Düşünceleriyle birlikte öfkesi de yeniden alevlenmişti.
Yavaşça doğrularak karyolasından indi. Terk edilmiş denecek kadar kötü olan
cezaevinin duvarlarına baktı, yüzünde gülümseme vardı. “Hiçbir şey
bilmiyorlar; içeride yaşamanın, bu dört duvar arasında yaşamanın, boyası
akmış, küflenmiş duvarların dışarıda var olmaktan daha özgürce olduğunu
bilmiyorlar. Korkarak bir ömür geçirmenin, fikrini, düşünceni beyan edemeden
gökyüzüne baktığın hiçbir günün bir anlamı yok dışarıda. Korka korka nefes
aldığın hiçbir günün anlamı yok. Konuştuğunda istediğini söyleyemiyorsan
hiçbir anlamı yok. İstediğimi yapamadıysam, sesim, nefesim ağzımdan çıkıp bir
kulağı doldurmuyorsa, bir kalbe giremediyse düşüncem, içimden geldiği gibi
konuşamıyorsam ne anlam ifade ederdi ki şu sözde yaşam? Ne anlamı vardı ki
gülmenin, sahte kahkahaları duymanın? Hem ne vardı ki bu kadar korkulacak
baştakinden? İnsanlar korkar, insanlar susar, insanlar görmezden gelirler.
İnsanlar göz yumarlar ve sessiz kalırlar. Hayvanat bahçesinde kalan hayvanlar
için bile sesini çıkarabilen insanım neden konu kendi “kafesine”
geldiğinde bu kadar görmezden gelir? Korkar mı? Neden korkar? Bedeninin
hapsolmasından mı? Her sabah güneşe bile gülümseyemeyecek kadar nefret
dolu yüzlerinin, birbirlerinin yanından sessizce geçip giden bedenlerinin,
kısıtlandıkları yaşamlarını çok mu değerli görürler? Nedir ki bu yaşam nedir ki
bu ömür… Bir ömre kaç düşüncemiz sığar ki bunu söylemekten korkacak hale
gelebilelim? Bu hayatı kaç defa yaşıyoruz ki cümlelerimizi yutalım? Büyümek
olgunlaşmak mı diyelim bunlara, “ Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” deyip
görmezden mi gelelim? İnsan hiç mi düşünmez yılanın ona da sokulabileceğini?
Düşünmedi benim insanım, kendine yapılan her şeye göz yumdu. Krallık göz
yummayanları sessiz ve telaşsızca cezaevlerine attı. Sözde özgürlüğümüzü
elimizden aldığını düşünen krallık aslında sadece, “var olma”
özgürlüğümüzü elimizden aldı. İşin aslı ben burada yaşıyorum,yeniden
yaşıyorum diyebiliyorum çünkü ben burada olduğum gibiyim, dışarıda bedenimi
yumuşak bir yatağa yatırıp düşüncelerimi örtmekse dedikleri bu meşhur
özgürlük ben o özgürlüğü istemiyorum. Sesimi kullanabildiğim, düşüncemi
korkusuzca paylaşabildiğim bu dört duvarsa özgürlük, ben ölene kadar
özgürüm. Ben bunu özgürlük bildim. Peki insanların bildiği özgürlük neydi?
Yaşamak neydi? Dışarıdaki herkesin sürekli söylediği ve dilinden düşürmediği
bu kelime neydi? Anlamı neydi? Özgürlük sadece etten ve kemikten ibaret olan
bu bedeni hapsetmek miydi? Özgürlük düşünceydi, düşünmekti, fikirdi
özgürlük. Özgürlük bir kadının korkmadan geceleri sokakta rahatça
gezebilmesiydi. Genç kızların rahatça kahkahalar eşliğinde gülebilmesiydi. Bir
çiftin el ele dolaşabilmesiydi, bir çocuğun sınıfta söz hakkı
isteyerek düşüncesini güvenle dile getirebilmesiydi. Bunu yapabilmek
mutluluktu insana, mutluluk güveni getirirdi. Güven cesareti, cesaret
korkusuzluğu ve korkusuzluk özgürlüğü. Hepsi birbirini tamamlardı kendi
içlerinde, özgürlüğünü kaybetmiş bir insan hayatını kaybetmiş bir insanla
eş değerdi. Krallık henüz farkında değildi fakat isterse tüm ülkeyi yakıp ateşe
versin, insanlar özgür olmaya devam edeceklerdi. Düşüncelere ve beyinlere
kelepçe vurabildiklerini sanacaklardı hep. Kendi tabakalarında aç
gözlülüklerinden, gözlerini kör eden ve tüm dünyaya sahip
olabileceklerini düşündükleri hırslarından dolayı bunun hiçbir zaman farkına
varamayacaklardı. Bir yerlerde insanlar sürekli özgür olacaklar ve davalarından
dönmeyeceklerdi, ne bu krallık ne de başka bir krallık düşünen hiçbir beyne
zincir vuramayacaktı. İstediği bedeni ipe assın, istediği ele kelepçe vursun
hiçbir zaman özgürlüğü kısıtlayamayacaktı. Çünkü özgürlük bir sızıntı gibi
insanlar arasında hep var olacak, bir sesi sustursalar başka bir ses çıkacak. Bir
eli kırsalar başka bir el olacak, başka bir el yazacak. Bir gülümseme çalınsa
başka bir ağız daha kuvvetli gülecek, bir çift gözü kör etseler başka yerde iki
çift göz açılacak. Özgürlük hiçbir zaman bir kalıpta yer almayacak. Ne krallık,
ne başka insanlar, ne de başka varlıklar bunun hiçbir zaman önüne
geçemeyecek çünkü bir yerlerde “yaşamak” isteyen insanlar hep var olacak.
Yaşamak isteyen insanlar korkmayacaklar, fikirlerini,
seslerini, çığlıklarını kimsenin ellerine bırakmayacaklar ve alacaklar. Özgürlük
var olmak değildir, özgürlük yaşamaktır, yaşıyorum diyebilmektir. Cesarettir,
mutluluktur, güvendir. Bu yaşıma kadar dışarıda var olduğum ve bulunduğum
hayattaki kendimden özür diliyorum, sayısız kez. Burada sesimi ve ellerimi
yeniden kazandım. Burada inandığım değer yargılarım için konuşuyorum,
davranıyorum ve yaptığım her bir hareketimin sonuna kadar arkasında
duruyorum. Kendimi yeniden kazandım. Uykularım kaçmıyor, şarkılar
mırıldanabiliyorum, vicdanımın feryadı yok artık çünkü gayet huzurluyum.
Kendi benliğimi yeniden kazandım. Yeniden yaşıyorum diyebiliyorum. Dışarının
bir önemi yok. İnsanlıktan umudumu yitirmedim çünkü biliyorum, İnsanlar
anlayacaklar. Seslerinin, ellerinin, belki şarkıların belki konuşmanın ama
anlayacaklar bunların kıymetini. Son sahip olduğu varlığı kaybetme eşiğine
gelene kadar belki fark etmeyecekler, belki o son ana kadar yine göz yumup
sessiz kalacaklar fakat anlayacaklar. Mutluluğun hangi zincirlerden geçerek
kendisine ulaştığını son gülümsemesi de yüzünde solduğunda anlayacaklar.
Yaşamanın kıymetini anlayacaklar ve ardından; Özgürlüklerini arayacaklar. İşte
insanın savaşı o zaman başlayacak. Yaşamı için vereceği haklı mücadele
başlayacak.” Gözlerini pencereden ayırdı, rahat bir vicdan ve özgür bir ruhla,
bu duyguların hissettirdiği huzurla masasına dönerek defterini ve kalemini eline
aldı. Yazması gerekiyordu çünkü. Özgür olduğu her günü hafızasına kazımak
yeterli gelmiyordu ona, unutmamak için, yeniden hissedebilmek için her şeyi
yazıyordu. Ondan alınan her şeye yeniden sahip olmuştu ve her şeyi kullanmak
istiyordu.
“İnsan,” diye başladı yazısına. “ Kıymetini bilemediği ve üzerine düşünme
zahmeti bile duymadığı şeyler elinden alınana kadar fark etmiyor her birinin bir
nefes kadar değerli olduğunu. Bir yazıya, bir musikiye, farklı bir fikri duymaya,
evinde tekli koltuğunda otururken gazetenin sayfasını çevirip uzun zamandır
onu mutlu edebilecek bir haberden bile yıllardır uzak kalmasının aslında ne
kadar acı verici olduğunun farkında olmuyor. Çevresine korku dolu gözlerle
bakmadan, sürekli tetikte olmadan dostlarıyla keyifli bir sohbete hasret
kalabileceğini fark etmiyor. Fakat en önemlisi, ruhunun ve fikrinin dört duvara
sıkışıp, nefes alamayacak kadar sıkıntı dolup bir avizeden sallanma, bir
pencereden atlama isteğiyle dolup taşacak kadar kısıtlandığını, özgürlüğe bir
balığın denize duyduğu ihtiyaç kadar muhtaç olduğunu fark etmiyor. Fark
etseydi eğer insan; fark edebilseydi, davasından hiçbir korku onu
döndüremezdi. “ Defterine baktı, yazılarında karamsar davransa dahi
içinde bir umudun ışığı vardı. İnsanlıktan hiçbir zaman ümidini
yitirmemişti. Çünkü içinde bir yerlerde vicdana, kalbe ve yaşamaya duyulan
isteğe sahip her bir kimse, kendisi için savaşmaktan gocunmazdı. Bir ömür
süreceğini dahi bilse, kazanacağından emin olduğu bu savaştan vazgeçmezdi
hiç kimse. Umudu vardı, hep olmuştu. Dudakları aralandı, ufak bir fısıltıyla tüm
hayatı boyunca minnet duyduğu önderinin cümlesini fısıldadı:
“Özgürlük olmayan bir ülkede ölüm ve çöküş vardır. Her ilerlemenin ve
kurtuluşun anası, özgürlüktür.”
